Zehra Gültan ile sözlü tarih görüşmesi

Neredeyse 100 yıl önce Emirsultan Mahallesi’nde dünyaya geldim. Annem Emine İstanbul’da doğmuş, efendibabam Hasan Fehmi Birinci Emirsultan Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. Şu anda oturduğum Tek Sokak’ın üst tarafında, Kur’an Kursu’nun arkasındaydı evimiz. Babam, ben ve kardeşlerim o evde dünyaya geldik. Babam hocaydı. Biz altı kardeştik, 5 kız, bir erkek. Hanife, ben Zehra, Güzide, Suna, Emin. Evimizin olduğu yer Emir Sultan Hazretlerinin vakıf yeridir. Kendisi talebe yetiştirirmiş ve bizim evin bulunduğu yerde medresesiymiş. Kardeşim eski evi yıkıp, yeni evi yaparken eski talebelerin kabirleri çıktı. Dedem Trabzon’dan gelmiş ve o evi almış. Biz o evi 100 seneden fazla kullandık, artık merdivenleri kopup düşecekti neredeyse. Aman birimiz burada düşüp şehit olmadan bu evi yaptıralım dedik. Kardeşlerimden Suna (Bulut) bu konuda biraz daha cesurdu ve bizim haklarımızı verip oraya kocaman bir apartman yaptırdı.
Eskiden bizim evimizin orası vakıf yeri olduğu için bu Kur’an Kursunun bulunduğu yerde de eski bir vakıf evi vardı. Benim bildiğim en eski okulun iki taraftan merdiveni vardı. Sonra o okulu yıktılar daha ortaya bir okul yaptılar. Bir müddet sonra o okulu da yıktılar üçüncü bir okul yaptılar. Üçüncü okulu da bu yeni binalar yapılacak diye yıktılar. Tam bizim binanın önünde eski bir tekke vardı. Tekkenin en son kişileri bırakıp gitmişler, karabiber şişeleri, tuz kapları mutfakta sırayla duruyordu. Koca bir kitaplık vardı. İçi kitapla doluydu. Biz o zaman oradan biraz kitap aldık ama kayboldu gittiler, değerini bilemedik. Sonra yıkıla yıkıla burada tekkenin kocaman bir duvarı kaldı. O duvar ileri geri sallanıyordu. Ben evden inerdim komşuya “bu duvar çocukların üstüne yıkılacak” diye korkardım. O zaman ki büyükler derdi “o duvar yıkılır ama çocukların üstüne yıkılmaz. O tekkenin duvarı”. Hakikatten de çocuklara hiç zarar vermedi. Ben biliyorum büyüklerimiz mukaddes gecelerde gelir o tekkede zikrederlerdi. Bir gece tekkenin sahibi olan kişinin hanımı Rabia Hanım Teyze sabaha kadar namaz kılmış, okumuş; sabah abdestini tazelemek çıkmış tekkenin bahçesindeki çeşmeden abdest alırken birden çeşmeden şakır şakır süt akmaya başlamış. Kadın sütle abdest alırken çeşmeden şak diye bir tane kocaman altın anahtar eline düşmüş. Efendisi Hüseyin Efendi gelince; “Efendi bak, böyle bir şey oldu” demiş. Hüseyin Efendi “Hanım bu Kâbe’nin anahtarıdır. Bunu iyi sakla inşallah Kâbe’ye gideriz” demiş. Hakikaten hacca gittiler.
Bizim evimizin orada bir vakıf evi vardı. Kimse oturmazdı, boş bir evdi. Sonra bir adam geldi. Efendi Dayı diyorduk. O evde kalmaya başladı. O evde kalıyordu ama biz evden duyardık bütün gece tak tak diye adamın etrafına devamlı taş atıyorlardı. Adamcağız hiç ses etmez olduğu yerde yatıyordu. Sabah kalkınca etrafı taş doluyordu, toplayıp taşları atıyordu. Acaba bu ne olabilir, ne olabilir diye düşünürken annem “o adamı mutlaka namazını kılmadığı için cinler taşlıyordur. Namazını kılmadan oturuyor o evde” dedi. Sonra biz “Efendi Dayı biz geceleri duyuyoruz kim sana taş atıyor?” dedik. “He kızım taş atıyorlar bana” dedi. Annem de “Efendi Dayı sen namazını kılıyor musun” dedi. “Yok kızım kılamıyorum, yaşlıyım, anca işime gücüme bakıyorum” dedi. “Ya işte o yüzden seni taşlıyorlar” dedi annem. Efendi Dayı’nın kendine gelmiyormuş taşlar ama yatağının etrafı taş doluyordu. Mahallenin Evleya Dede’si vardı. Emirsultan Camisi’nde 68 sene imamlık yapmış. Herkes ona Evliya Dede derdi. Efendi Dayı’dan sonra o eve Evliya Dede geldi, oturdu. Evliya Dede 100 yaşında vefat etti. Vefat edeli 50 seneden fazla oldu herhalde.
Bir dönem karneyle ekmek alıyorduk. Bir kilo şeker, pirinç alacaksın o karneyi gösterip paranla alabiliyordun. Menderes başa geçti o karneler kalktı. Gidip iki üç tane ekmek alır yemeye doyamazdık. Efendimle ben nişan yüzüklerimizi bozdurup o parayla ekmek karnesi aldık. Ayrıca ekmek alırken de para öderdik. Hatta o yüzüklerin parası karneye yetmedi de üstüne de bilmem ne kadar para vereceksiniz dedi. Neyse efendimden paranın üstünü de aldım, götürdüm de karneyi aldım. Artık o karneyle her gün bir kiloluk ekmek alabilecektim ama ekmeğin parasını da ayrıca ödeyerek tabi. O karneyle üç tane ekmek aldım, yani karneden üç yaprak kopardım; dediler ki “bir başbakan geliyor, ortalık hep bolluk olacak”. Kimmiş o dedim. Adnan Menderes isminde birisi… O karne sonra kâğıt oldu.
1938 yılında Atatürk’ün öldüğü gün ben gelin oldum ve efendimin evine İstanbul’a gittim. Komşularımız hep Atatürk’ün cenazesine ziyarete gitmişti. Eşimin ismi İsmail Gültan’dı. Ben İstanbul’a teyzemin yanına gitmiştim, orada kısmetim çıktı ve teyzem beni evlendirdi. Düğünümde orada oldu. Teyzem birkaç tane çingene getirdi, evde çaldılar, öyle oldu düğünüm. Ailemden kimse düğünüme gelemedi. O sırada babam kanser hastasıydı, annem de babama bakıyordu. Teyzem bunu vereyim de kardeşimin başından biri gitsin diye düşündü. Alacağım adamı da hiç tanımıyordum. Duyuyorum yaşı da benden epey büyük. Ama çok iyi bir efendiydi. İsmi İsmail’di. Makarna fabrikasında ustabaşı olarak çalışıyordu. Allah rahmet eylesin, çok iyi geçindik. Efendiyi tembihlemişler; hiç karına yüz vermeyeceksin, sözünden çıkarmayacaksın, döveceksin, söveceksin. Ben ona efendi deyince şöyle bir baktı yüzüme. Efendi diyen bir kadına kim ne yapar. Bana yüksek sesle bile konuşmadı. Arada bir benim sesim bazen yükselirdi “Hatun sesin yükseldi, neden?” derdi. “Karadenizliyiz efendi, ondandır” derdim. O da Rizeliydi. Ama İstanbul’da doğup büyümüştü. Efendim ölünce eşyalarımı topladım geldim Bursa’ya. Dört tane çocuğum vardı. Onlara da bir kanser mikrobu girdi üçü öldü. Bir tane oğlum kaldı. O kadarmış ömürleri. Allah’tan gelen her şeyi ben gayet sakin karşıladım. Amaaan diye hiç karşılamadım. Allah’tan emir geldi mi yapacak bir şey yok. Bağır çağır, kime bağırıyorsun. Ne işe yarar. Yapacak bir şey yok. Bir oğlum, bir kızım İsviçre’deydi. Kızım oğlumun cenazesini oradan buraya gönderdi, onun yatağına kendisi yattı. Dört ay sonra oda geldi buraya gömüldü. Ben rabbime karşı ne yapabilirim. Elimi oynatamam. Eşimi, üç çocuğumu kaybettim ama rabbimden geldi diyecek bir şeyim yok.
Atatürk, Merinos Fabrikası’nın açılışına gelmişti. Biz de buradan Merinos Fabrikası’na ayağımızda takunyalarla yürüyerek gittik. “Ey Bursalılar size bir ekmek teknesi bıraktım. Bu kapıya gelen kimseyi iş yok deyip geri çevirmeyeceksiniz. Herkes buradan iş bulacak, çalışacak” dedi. Atatürk konuşma yaparken kardeşim Suna’yı gözüne kestirmiş, parmağıyla işaret edip yanına çağırdı. Kardeşim de o zaman daha küçük bir çocuktu, birden inanamadı “paşam ben mi geleceğim” dedi. Öyle deyince Atatürk’ün iyice canı kaynadı Suna’ya. Yanına aldı, onu konuşturdu. Baktı ki bu çok akıllı bir çocuk. “Sen buralarda ziyan olma. İyi bir iş tut” demiş. “Paşam hangi işi tutayım, bu fabrikaya mı çalışmaya geleyim?” demiş Suna. Sonra nasıl olduysa Bursa valisi bizi ziyarete geldi. O da Suna’yı gördü, anneme “Hocaanne bu kızı bana vereceksiniz, onun eğitimiyle ben bizzat ilgileneceğim” dedi. Annem başta karşı çıksa da aldı onu Ankara’da hemşirelik okuluna yazdırdı. Kardeşim çokta iyi bir hemşire oldu. Anadolu’da görev yaptı. Ebelikte yaptı. Çok iyi bir insandı ve çok iyi bir hemşireydi. Mahalleye gelince de komşular doğum için gelip onu çağırırlardı. Herkesin yardımına koşardı. Çok iyi bir hemşireydi.
Mahallemizde ramazanlarda davul yok. Ama geçen sen yukarıdan biri davulun çala çala geçti. Onun zararını bu mahalledekiler görmüştür ama ben şimdi bilemiyorum. Emir Sultan Hazretlerine karşı davul çalınır mı? Onun yerine gelir herkesin camını, kapısını çalıp kaldırırlar.
Artık bayramlar bayram gibi olmuyor maalesef. Eskiden ne baklavalar yapardık. Hanife Ablam mutlaka 6 sini baklava yapardı. Gelene gidene devamlı baklava yedirirdi. Evimiz dolar taşardı.
Mahallede düğünler evlerde olurdu. Kızlar aralarında dümbelek çalarlardı. Def çalınmazdı, hiç olmazdı, dümbelek çalarlardı. Yalnız davul zurna olmazdı.
Emirsultan Hamamı’na çok giderdik. Yakın zamana kadar çalışıyordu. Eskiden her caminin yanına bir hamam yapılırdı. Camiye gelenlerin mundar bir durumu varsa hemen girip hamama yıkansın, temiz pak camiye girsin diye yapılırdı. Hamamları çok severdik, sık sık hamama giderdik. Hamamda kemer vardı, biraz kapalı bir yerdi, oda değildi de. Çocuğu yaşamayan hanımlar evde hiç yıkamadan getirip çocuklarını orada yıkıyorlardı. Bir ahbabımızın çocuğu olmazdı. Kadının nihayet bir oğlu oldu getirdi burada yıkadı. Dualı suymuş oradaki. Eh o zamandan bu zamana 80 sene yaşadı o çocuk. Şimdi daha yeni öldü.
Hıdırellez’den bir gün önce bir çömleğin içine su koyulur, mahalledeki bütün genç kızlar bu çömleğin içine bir yüzük atardı. Bazen yüzükler birbirine benzerdi, ayrılsın diye yüzüğe bir şey bağlanırdı. Yüzüğü olmayan iğne kancasına bir boncuk takar, onu atardı. Hıdırellez’de genç kızlar bir araya gelir mani okurlar ve çömlekten yüzük çekerler. O manide söylenen o yüzüğün sahibi kızın talihinde bir daha ki seneye kadar muhakkak çıkardı. Sonra kızlar dümbelek çalar oynarlardı. Zilli def çalmazlardı, o günahtı. Defin bir de hiç zili olmayanı var, onu çalmak günah değildir.
Biz eski yazıyı hem yazıyorduk, hem okuyorduk. Aşağıda bir mahalleye taşınmıştık, orada okula gittik. Sonra bize bir muallim geldi. Fakat Suna kardeşim Efendi Babamın kitaplarında yeni yazılardan bazı yerler oluyordu. Kardeşim oradan yeni yazıyı yazmış, ezberlemiş. Bize de muallim yeni alfabeyi öğretti. Meğer muallim de bize yanlış öğretiyormuş. Kardeşim Suna onun hatasını buldu ve muallime kızdı. “Sen yanlış öğretiyorsun, ben kardeşlerime öğretirim”, dedi. Kalktı alfabeyi yazdı. Muallim şaşıp kalmıştı.
Güzide (Birinci) Hafız benim en küçük kardeşimdi. Kur’an-ı çok iyi okurdu. Sonra İstanbul’a gitti. İstanbul’da Hasan Akkuş diye bir hoca vardı hafız yetiştirirdi. Güzide’ye oku bakalım demiş. Güzide bir besmele çekmiş; “ooo sen ocağından öğrenmişsin” demiş. Güzide’nin Kur’an okumasını çok beğenmiş. Güzide onun yanında eğitime başladı, o dönem İstanbul’da benim evimde kaldı. Ama diğer talebelerin hepsi erkekti, Güzide rahat edemedi tekrar Bursa’ya dönmeye karar verdi. Benim Efendi Babam da yedi yaşında hafız olmuştu. Onun Kur’an-ı’nda bir eksiklik, yanlış yoktu. Annemde aynı şekildeydi… Ben gideyim babamın yanında devam edeyim dedi. Bir müddet sonra topladığı bağışlarla Altıparmak’ın altında bir Kur’an kursu açtı. Yetiştirdiği hafızları görenler de kursa gitmek isteyince kursu büyüttü. Çok güzel hafızlar yetiştirdi. Bursa’da çok tanındı. Kızlar üç sene eğitim görerek hafız oluyorlardı. İlk üç senede 20 tane hafız yetiştirdi. Sonra bu sayı katlanarak arttı. Ona da bir kanser hastalığı geldi ve o hastalıktan Rabbine kavuştu. İşte yavrum dünya böyle gelip geçiyor. Kim torbasına ne koyabilirse mahşerde onu görecek. O onca çocuğu okutup yetiştirdi, torbasına onları koyup gitti.
Bizim evimizin yılanları vardı, biz onlara hiç geri git demezdik. Biz bahçede otururken onlarda gelir, yastıkların arkasına kıvrılırlardı. Ne kovalardık, ne öldürürdük. Biz yatmaya gidince onlarda çekilir giderdi.
Burada Emir Sultan Hazretlerinin medresesi varmış. Bu civarda nice talebeler yetiştirmiş. Bizim evi yaparken kaç tane kabir çıktı. Hep buralara gömülmüş o insanlar.
Emir Sultan evimizin bulunduğu yere asasını vurmuş ve su çıkarmış. O suya Asa Suyu derlerdi. Evimizde su bir künkten girer, bir künkten çıkardı.

ARAMA YAP