“Türk Mezalimi” Ve/Veya “Rus Barbarlıkları”: 93 Harbi Sırasında İngiliz Basını ve Siyasi Tercihler

Ebru BOYAR

Balkan Harbinde Edirne’de katledilen Müslümanlar

Giriş
18 Ağustos 1877 tarihinde Londra’da yayınlanan ucuz resimli haftalık gazete The Penny Ilustrated, “Türk Mezalimi ve Rus Barbarlıkları” adı altında yayınladığı haberinin bir sayfasında okuyucularına iki resim sunuyordu (bkz. Resim-I). Üstteki resimde, Şıpka Boğazında “Müslüman barbarların” diri diri kopardıkları yaralı Rus askerlerine ait başların Ruslar tarafından bulunması tasvir ediliyordu. “Nizami Osmanlı garnizonunun barbarlıklarının iğrenç bir hatırası” olarak tanıtılan bu manzara, başları bulan Rus subaylarından birinin yüzünü elleri ile kapayarak – büyük bir olasılıkla ağlamak için – baş yığınına arkasını dönmesi ile daha da dramatik hale getiriliyordu. Bu resmin altında yer alan diğer resim ise Rusçuk’ta Rus şarapnellerinden kaçan sadece silahlı Osmanlıların değil kadın, yaşlı erkek ve çocuklardan oluşan çaresiz insanların korku içinde kaçmasını betimliyordu. Birlikte sunulan bu iki resim ile İngiliz Muhafazakar Parti hükümetinin o zamana değin Osmanlı-Rus savaşında takip ettiği “tarafsızlık” politikasının ne kadar yerinde olduğunu gazete okuyucularına ilan ediyordu. Osmanlı-Rus savaşının devam ettiği bu dönemde, Muhafazakar Parti hükümeti, Osmanlı Devleti’ne Osmanlı-Rus savaşı sırasında destek vermemiş olsa da muhalefetteki Liberal Parti taraftarlarını memnun edememiş ve sonraki süreçte Rus zaferinin kesinleşmesi ve Rus birliklerinin İstanbul’a doğru ilerlemeye başlaması ile beraber Rusya’ya karşı “korkak politika” izlemek ve böylece İngiliz çıkarlarını tehlikeye atmakla suçlanmaya dahi başlanmıştı. Böyle bir ortamda, gazetenin mezalim haberlerini İngiliz politikasının doğruluğunu göstermek için kullanmasının nedeni ise o zamana değin kamuoyunda özelde Osmanlı-Rus savaşı, genelde de Doğu Sorunu eksenli tartışmanın bel kemiğini mezalim haberlerinin ve İngiltere’nin ahlaki sorumluluğunun oluşturuyor olması idi.

[Resim-I: The Penny Illustrated, 18 Ağustos 1877]

İngiltere, Muhafazakâr Parti’nin iktidara gelişinden itibaren dış politikada takip ettiği tecrit siyasetini bırakarak Avrupa siyasetinde merkezi ve faal bir rol oynamak istiyordu. Böylece, İngiltere, Avrupa’da Alman birleşmesi ve Fransa’nın Kara Avrupa’sında zayıflayan konumu sonucu değişen güç dengesinde kendisine güçlü bir yer edinmeyi amaçlıyordu. Özellikle 1873 tarihinde Avusturya, Rusya ve Almanya’nın oluşturduğu Üç İmparator İttifakı’nı bölerek Avrupa’da güçlü bir birliğin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Bu dönemde İngiltere’nin yurtdışındaki prestijinin de arttırılması, dış siyaset yapıcılar açısından önemli bir amaç olarak belirlenmişti.

⦁ Doğu Sorunu ve İngiliz Çıkarları
Bu değişen dış politikanın 1875-1878 döneminde en önemli ayağı kuşkusuz yeni bir safhaya giren Doğu Sorunu idi. Yeni bir şekil alarak İngiltere’nin karşısına çıkan bu sorun, iktidara Benjamin Disraeli (1876’tan sonra Lord Beaconsfield) başbakanlığında 1874 yılında gelen Muhafazakâr Parti ve başında sabık başbakan William Ewart Gladstone’un bulunduğu muhalefetteki Liberal Parti’yi bu sorun konusunda uygulanacak yöntem açısından karşı karşıya getirmişti. İktidardaki Muhafazakar Parti, Rusya’nın güçlenmesine karşı İngiltere’nin 1856 Paris Antlaşması’ndan beri açıkça sürdürmekte olduğu Osmanlı Devleti’nin ‘toprak bütünlüğünü’ koruma politikasını kendi çıkarlarına uygun gören genel politikasını devam ettirmeyi tercih ediyordu. Bu şekilde, bir yandan Osmanlı topraklarını güçlü bir devletin kontrol etmesini önlemiş olurken öte yandan da Hindistan yolunun İngiltere’ye meydan okuyabilecek Rusya gibi güçlü bir devletin eline geçmesini önlemek istiyordu. Her ne kadar Gladstone kendisinin de başbakanken takip ettiği bu politikanın temel nedenlerinden sayılan Hindistan’ın güvenliği hakkındaki kaygıların “oldukça kadınsı şüpheler ve korkulara” dayandırıldığını iddia etse de sonuçta bu neden 1870’lerde halen geçerli bir görüş olarak kabul görüyordu. Buna göre İngiliz hükümeti, İstanbul’daki etkisini, diğer Büyük Güçlerin, özellikle de Rusya’nın, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışarak sağlamaya çalıştığı kazanımların önüne geçmek için arttıracaktı. Ama bu artışı askeri güç kullanmadan, Osmanlı sultanı ve hükümeti üzerindeki baskısını ağırlaştırarak, onların daha fazla ekonomik ve siyasi taviz vermelerini sağlayarak gerçekleştirecekti. Böylece, İngiltere’nin uluslararası saygınlığı yükselirken yeni oluşan güç dengesinde İngiltere avantajlı bir duruma gelecekti. 1877 yılının Ocak ayında The Quarterly Review’de yayınlanan bir makalede bu politika ve arkasındaki neden şöyle açıklanıyordu:

“Eğer İngiliz dış politikasının ana bir ilkesi varsa, o da her zaman İstanbul ve Çanakkale Boğazının, İngiltere’nin düşmanlık ve ihtirasından hiçbir korkusunun olmadığı bir Gücün elinde kalması olmuştur. Onlar orada olduğu için biz Türkleri destekledik ve bizim için veya Avrupa ve dünya barışı için aynı derecede güvenli ve avantajlı olabilecek onların yerine konulabilecek başka bir şeye sahip değiliz. İstanbul ve Çanakkale Boğazına sahip olabilecek diğer bir güç sadece Rusya idi ve her İngiliz devlet adamı ve gerçekten yakın bir zamana kadar her gerçek İngiliz, Rusya’nın o bölgeye sahip olmasının İngiltere için en büyük tehlike ve kötülük olacağını içgüdüsel olarak hissediyordu”.

Öte yandan var olan Doğu Sorunu politikasının değişmesi gerektiğine inanan Liberal Parti ve onun ateşli lideri Gladstone, Rusya ile ortak bir antlaşmaya vararak Doğu Sorununun kökten çözülmesini savunuyordu. İyileşemeyen hasta adamın artık gömülme vaktinin geldiği düşüncesi ile hareket eden Gladstone, Osmanlı Devleti’nin öncelikle Avrupa’daki hakimiyetinin büyük ölçüde sonlanması gerektiğine inanıyordu. Elinde iktidar erki olmayan muhalefet, kamuoyunu dış politikanın bir parçası olarak kullanarak, İngiliz hükümeti üzerinde baskı yapmayı ve bu şekilde var olan dış politikanın değiştirilmesini sağlamak ve aynı zamanda da hükümeti ve özellikle onun başındaki Disraeli’yi yıpratmak istiyordu. Liberal Parti’nin Doğu Sorununu ele alış biçimi, bu meseleyi iç politikanın ana parçası haline getirerek iki partinin siyasi çekişmesinin en önemli malzemesi yapmıştı. Kamuoyunun önemli bir aktör olarak dış siyasete çekildiği bir ortamda, Osmanlı Devleti’nin kendi Hıristiyan tebaasına karşı yaptığı zulüm haberleri etkili bir araç olarak kamuoyunu hareketlendirmeye yetiyordu.

Basının ve onun ateşlediği kamuoyunun dış politika konusunda sesinin ciddiye alınabilmesi özellikle İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen siyasi değişimler ile mümkün olabilmişti. 1867 yılında yapılan İkinci Reform Kanunu ile ülkenin seçmen tabanı genişletilmiş ve buna göre daha önce her beş erkekten biri oy kullanabilirken şimdi her üç erkekten biri oy kullanabilir hale gelmişti. Seçmen tabanının genişletilmesi ve toplumun daha örgütlü bir hale gelmesi, ülkede kaçınılmaz olarak kamuoyunun etkili bir siyasi aktör olarak algılanmasına neden olmuştur. Baskı teknolojisindeki gelişmeler ve gazetelere uygulanan pul vergisinin kaldırılması gazete fiyatlarında düşüşe yol almış ve okur-yazar sayısındaki artış da gazetelerin baskı sayılarının yükselmesine katkıda bulunmuştu. O dönemin önemli bir editörüne göre, dönemin basınının okuyucu kitlesi çoğunlukla “siyaset, hukuk, dış ilişkiler, para, sermaye ve hisseler” ile ilgilenen kişilerdi. Bu kişiler kaçınılmaz olarak Doğu Sorunu ile ilgileniyor ve dönemin basını da bu ilgiyi yayınları ile yönlendiriyor ve besliyordu.

23 Haziran 1876’da Liberal Parti’ye yakın bir gazete olan The Daily News’de çıkan bir haber, Liberal Parti’ye Doğu Sorununda hükümeti yöntem değiştirmesi konusunda zorlamak için çok önemli bir fırsat yaratmıştı. “Bizim kendi muhabirimiz” imzası ile çıkan bu haber Bulgaristan’da 1876 baharında çıkan olaylar ve Osmanlı’nın Bulgarlara yaptığı mezalim hakkında idi. Bu haberin sahibi, kendi verdiği bilgiye göre, The Daily News’e sürekli yazılar yazan Edwin Pears idi. Bu haberde Pears, geçen ay içinde Bulgaristan’da yapılan mezalim ile ilgili söylentilerin İstanbul’da dolaşmakta olduğunu ve bu söylentilerle ilgili yerel gazeteler bazı imalarda bulunsalar da kapatılma korkusu ile bu konu hakkında daha fazla yayın yapamadıklarını yazmış ve ardından da güvenilir kaynaklardan edindiği bilgilere göre Bulgaristan’da yaşananların Bosna ve Hersek’te yapılanları gölgede bırakacak derecede kötü olduğunu iddia etmişti. Pears’a göre “suçları sadece Hıristiyan olmak olan” bu halk “fark gözetilmeden boğazlanmıştı” ve bunun sorumlusu da “Türk hükümeti” idi. Çünkü bu suçları işleyen Başıbozukları kontrol altına almamıştı. Bu olayları başlatan Bulgar isyanını temelde haklı gösteren Pears, ismini vermediği tanıklar ve “doğruluğu hakkında görüş” bildiremeyeceği söylentiler üzerinden çok ciddi iddialarda bulunuyordu. Bu haberin çıkmasından sadece üç gün sonra, 26 Haziran Pazartesi günü başka güvenilir kaynaklardan da doğrulattığını söylediği Bulgaristan’daki Hıristiyanlara yönelik Müslüman mezalimi iddiaları hakkında Liberal Parti milletvekili W.E. Forster, Başbakan Disraeli’ye Avam Kamarası’nda “Türk birlikleri tarafından Bulgaristan’daki kıyamı bastırırken işlendiği iddia edilen zalimlikler” hakkında bilgi verip veremeyeceğini sormuştu. Disraeli bu iddiaları doğrulayan bilgiye sahip olmadıklarını söyleyerek özde bu iddiaları yalanlasa da takip eden günlerde The Daily News ve buna ek olarak The Times, ki iki gazetede aynı haber kaynaklarından besleniyordu, 30.000 Hıristiyan Bulgar’ın öldürüldüğü, 100 köyün yerle bir edildiği, kızların diri diri yakıldıkları, çocukların okulların içinde katledildiği, 1.000 kızın köle olarak pazarda satıldığı ve hatta Tatar Pazarcık’ta arabalar dolusu kadın ve çocuk kellesinin sokaklarda dolaştırıldığı gibi rivayetler yayınlamış ve bu yayınlardaki iddialar Avam Kamarası’nın önüne yine Liberal Parti milletvekilleri tarafından getirilmişti. Aslında Liberal Parti sadece bu iddiaların doğruluğunu sorgulamıyor, hükümetin Doğu Sorunu hakkındaki politikasını da tartışmaya açıyordu. Nitekim W.E. Forster, “Bizim kendi pozisyonumuz ülkenin onur duygusunu aşağılamaktadır ve İngilizlerin vicdanlarına tiksindirici gelen de, aksi kanıtlanmadığı takdirde, böyle mezalimleri yapan bir Güce [Osmanlı Devleti], bizim ahlaki desteğimizi verdiğimizin varsayılmasıdır” diyerek hükümeti ciddi bir şekilde suçluyordu. Bu haberlerin yalanlanması da aslında yeterli değildi. Nitekim Avam Kamarası’ndaki aynı oturumda Disraeli haberleri doğrulamamış ve “anlaşılacaktır ki raporlar nadiren haklıdır” demişti. Fakat Disraeli’nin bu oturumdaki konuşmasını, daha sonra Oxford Üniversitesi’nde Modern Tarih Profesörü olacak olan Edward Freeman, kurbanların acıları üzerinden yapılan “acımasız bir alay” olarak nitelendirmiş ve Disraeli’yi “İngiltere’nin Başbakanı olmasına rağmen, bir İngiliz değildir ve hala asla İngilizlerin duygularını anlamayı öğrenememiştir” diyerek yerden yere vurmuştur.

14 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Lord Derby’i ziyaret eden siyasetçi, dernek ve şehir temsilcilerinden oluşan kalabalık bir grup Derby’den İngiltere’nin Doğu’daki krizde “sıkı ve onurlu bir tarafsızlık” takip etmesini isterken bir yandan da “Türkiye’nin Avrupa’daki hakimiyetinin devamı” için hiçbir desteğin verilmemesini talep ediyordu. Bu isteklerini dile getirirken bunu bütün kamuoyu adına yaptıklarını dile getiren grubun sözcülerinden milletvekili H. Richard, kamuoyunun çok hassas olduğu böyle bir konuda hükümetin sessiz kalmamasını istiyor ve hükümetin görüşünü açıklamasını bekliyordu. Lord Derby de konuşmalara verdiği yanıtta kendisini ziyarete gelen grubun “kamuoyunun gücü ve ağırlığını şüphesiz temsil ettiğini” söylemiş ve onlara hükümetinin devam eden savaşa müdahale etmeyeceği sözünü vermişti. Hatta kalabalığın gülüşmelerine yol açan şu cümleyi sarf etmişti: “Kuşkusuz 20 yıl önce Hasta Adama cinayete karşı kefil olmuştuk fakat biz asla ona intihar veya hastalığa karşı kefil olmayı üstlenmedik”. Bu ziyaretten üç gün sonra, 17 Temmuz 1876 tarihinde, Avam Kamarası’nda mezalim iddiaları ile ilgili elindeki bilgileri paylaşan Disraeli, bu haberlerin abartalı olduğunu tekrarlamıştı.

Hükümetin bu açıklamaları muhalefeti ve onun hareketlendirdiği kamuoyunu rahatlatmamıştı. Aksine tepkiler artmış ve Liberal Parti’nin önderliğinde ülkenin birçok yerinde Bulgar mezalimi ve İngiltere’nin Doğu Sorunundaki durumu konulu birçok toplantılar düzenlenmişti. Buna yanıt olarak Muhafazakar Parti de düzenlediği toplantılar ile kendi pozisyonunu kamuoyuna anlatmaya çalışmıştı. Böylece bir dış politika meselesi gibi görünen konu, ülkenin bir iç siyasi çekişme konusuna dönüşmüştü. Parlamentodaki tartışmalar, gazetelerdeki haber ve yorumlar, halka açık toplantılar dışında olaya taraf olanlar yoğun bir kitapçık yayınlama faaliyetine girişmişti. Bu kitapçıklar arasında en çok satan ve ses getiren kuşkusuz 6 Eylül 1876’da piyasaya sürülen Gladstone’un Bulgarian Horrors, and the Question in the East adlı kitapçığı idi. Bu kitapçık ülke genelinde öyle bir duygu seli yaratmıştı ki Gladstone öldükten sonra bile onun yazdıkları 20. yüzyılda ‘Türk’ü tarif etmek için kullanılmaya devam edilmişti. Bütün bu faaliyetler ülke genelinde Bulgaristan’daki kurbanlar için büyük yardımlar toplanmasına ve bu amaçla fonlar oluşturulmasına neden olmuştu.

1877 Mart ayında Avam Kamarası’nda İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Henry Elliot karşıtı konuşması sırasında Liberal Parti milletvekili Rylands’ın, Osmanlı’nın mezalim haberlerinin İngiltere’ye ulaşmasının “bütün memlekette bir duygu değişimine” neden olduğunu söylemesi aslında Liberal Parti’nin zafer açıklamasından başka bir şey değildi. Öyle ki Liberal Parti’nin hedefe oturttuğu ve hükümete görevden alınması için baskı yaptığı Elliot’ın yerine büyükelçi olarak İstanbul’a 1877 Nisan’ında atanan Sir Henry Layard, Sadrazam Edhem Paşa ile yaptığı ilk görüşmesinde ona “İngiliz kamu oyunun Babıâli’ye karşı olan tutumunun Bulgaristan olayları yüzünden değiştiğini söylemişti”. Aslında Bulgar mezalimi hakkındaki rivayetlerin İngiliz kamuoyuna kabul ettirilmesi hiç de güç değildi. Çünkü zaten var olan önyargılar Osmanlı Devleti’nin mahkum edilmesi için yeterli idi. Öncelikle o dönemde sıklıkla dile getirilen Osmanlı/Türk’e karşı Avrupa’da dışlayıcı ve aşağılayıcı bir bakış açısı yaygın bir halde idi. Emperyalist yayılma yarışının en üst düzeye ulaştığı 19. yüzyılın son çeyreğinde, Batı’da ve özellikle de İngiltere’de hakim olan hedeflerindeki coğrafyaya yönelik üstünlük duygusu, Osmanlı’ya yaklaşımda da çok belirleyici idi. Örneğin, Mısır’da Amerikan Konsolosu olarak görev yapmış olan Edwin De Leon’un İngiliz Fraser Magazine’de yayınlanan makalesi bu görüşe çok iyi bir örnektir. Yazar, “Türk” ün “özellikleri” üzerinde başlıca Osmanlı şehirlerinde yaptığı “uzun ve dikkatli kişisel gözlem” sonucu çoğunluk tarafından hiç de yadırganmayan şu satırları yazmıştı:
“Böyle bir araştırmanın sonuçları kanıtlıyor ki: Türk her zaman ve hala sadece bir hayvandır – bir zamanlar muhteşem bir hayvan, şimdi aşağı biri – ve Batı medeniyetimizi benimsemekte, kendilerini [kabiliyetsizliklerini] kanıtlayan Doğu yarımküredeki Afrikalı Zenci ve Batı yarımküredeki Kızılderili vahşi kadar kabiliyetsizdir. Diğer ve daha yeni uluslar ilerlerken, onun [durumu] geriye gitmişti; imparatorluğu yok olduğunda, kubbeler ve camilerinin minareleri ve sarıklı mezar taşları dışında, arkasında işgal ettiği ‘Tanrı’nın taburesinin’ en güzel parçalarından birinde hiçbir iz bırakmayacaktır. Çünkü o hiçbir şeyden gelmemiş, hiçbir şeye katkı vermemiş, yıkılabilecek hiçbir şeyi esirgememiştir. Şehvani tembellik ve tütün ve haşhaş dumanlarından arta kalan zamanını, savaş ve harem arasında eşit olarak bölmüştür. Çok maddi olanlar dışında, beşeriyetin geri kalanının ilerlemekte olduğu bütün çağdaş gelişmelere inatla gözlerini ve kulaklarını kapatmıştır. Okumak ve düşünmek onun alışkanlıklarına eşit şekilde yabancıdır”.

Bu ve benzeri görüşlere sahip olanlar İngiltere’deki Liberal Parti taraftarları ile sınırlı değildi. “Türk-sever” ya da “Türk taraftarı” olmakla anılan veya suçlanan Muhafazakar Parti ya da onun güttüğü Osmanlı hakkındaki dış politikayı destekleyenlerin de daha farklı düşündükleri söylenemezdi. Öyle ki Osmanlı Devleti üzerinden yapılan tartışmada dahi iki parti taraftarlarının da başlangıç noktası, Osmanlı’nın kendi halkına eziyet eden ve kötü yönetilen bir ülke olması idi. İçişleri Bakanı R.A. Cross, hükümetinin çizgisini savunurken “kimsenin ondan daha fazla Türkiye’deki gaddarlıklara karşı koymadığını” iddia ediyordu. Cross, bu “gaddarlıklar ve kötü yönetimin” Osmanlı Devleti’nde 1874’deki İngiliz genel seçiminden önce de var olmasına rağmen neden o dönemde iktidarda bulunan Liberal Parti’nin Osmanlı Devleti’nin yaptıklarından şikayetçi olmadığını sorguluyordu.

Hakim olan ‘Türk’ karşıtı görüşler 1875 yılında, Bosna-Hersek’teki isyan genişlerken dönemin sadrazamı Mahmud Nedim Paşa tarafından alınan bir kararla somut bir desteğe de sahip oldu. Bu karar, Osmanlı hükümetinin Osmanlı Devleti tahvil sahiplerine söz verilenden (% 18) çok daha düşük faizle (% 5) beş yıl ödeme yapacağını tek taraflı olarak ilan etmesi idi. Bu karar, tahvil sahiplerinin faiz beklentilerinin çok altında bir getiri demek olurken ödemeler de ertelenmiş ve bu da gelecek için verilen sözlerin tutulmayacağına dair bir kanaat yaratmıştı. Bu karar, dahası Fransa ve İngiltere kamuoyunda kızgınlık ve bir o kadar da güvensizlik yaratmıştı. Tahvil sahiplerinin büyük bir çoğunluğu İngiliz olduğundan bu konu İngiltere’de büyük bir yankı uyandırmıştı. Liberal Parti bu konu ile o kadar yakından ilgilenmiş olacak ki o dönemde Gladstone’un Osmanlı hazinesini düzenleyerek tahvil hamillerinin hakkı olan paranın verilmesini sağlamak için İstanbul’a davet edildiğine dair bir söylenti ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Aynı zamanda bu söylenti Gladstone’un Osmanlı üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğu kanısının ne kadar yaygın olduğuna da kanıt olarak gösterilebilir. İktidar partisi de bu meseleyi çok yakından takip etmişti. The Pall Mall Gazette’de çıkan yazılarında Muhafazakar Parti milletvekili Johnstone, İngiliz tahvil hamillerinin Osmanlı tahvillerindeki “müthiş” maddi yatırımının “100,000,000 sterline kadar” olduğunu belirterek İngiliz tahvil sahiplerinin “en büyük Türk tahvil hamili” olduğunun altını çiziyordu. Bu durumda tahvil meselesi sadece küçük bir grup açgözlü İngiliz’in yüksek kar edinme meselesi değil, İngiltere’nin genel ekonomik meselesi idi. İngiliz tahvil hamilleri de bir lobi oluşturmuş ve Şubat 1876’da büyük bir toplantı düzenlemişti. Böylece örgütlü bir şekilde Osmanlı Devleti’ne karşı kendi haklarının savunulması için siyasi yapıya baskı yapmaya da başlamışlardı. Tahvil meselesi, Osmanlı’nın ekonomisi ve hatta siyasi geleceğini İngiltere’de tartışmaya açmıştı. Liberaller ve Muhafazakarlar, Osmanlı ekonomisindeki rüşvet, yolsuzluk, beceriksizlik, aşırı vergilendirme gibi konularda hemfikirlerdi. Ama Liberaller arasında, Osmanlı hükümetinin tahvil sahiplerine yönelik ödeme ertelemesinin, Avrupa devletlerinin Bosna-Hersek isyanından ötürü Osmanlı Devleti üzerinde “dinsel özgürlük kurması” için yaptığı baskının bir yanıtı olarak görenler vardı. Bu da Liberallerin Osmanlı Devleti’nin geleceği konusundaki görüşlerine destek sağlıyordu. Muhafazakar Parti ise bu olayı Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılması için değil ama ülkedeki İngiliz etkisinin arttırılması için bir fırsat olarak kullanmak istiyordu. Hatta Rus büyükelçisi General Ignatieff’in İstanbul’da güçlü etkisinin olduğuna dair bir kanı İngiltere’yi bu fırsatı değerlendirmekte aceleye sevk ediyordu.

⦁ Osmanlı-Rus Savaşı ve İngiliz Kamuoyu
Öyle ise 1877 yılına gelindiğinde İngiliz kamuoyunun son iki yılda Osmanlı ile ilgili okuduğu haberlerin çoğu olumsuz bir tablo çiziyordu. Aralık 1876’ın sonunda toplanan ve Ocak ayında Osmanlı Devleti’nin kendisine dayatılmak istenen şartları kabul etmemesi ile dağılan İstanbul Sefirler Konferansı’ndan sonraki süreçte, Osmanlı Devleti kendisine yine dayatılan tek taraflı Londra Protokolü’nü de kabul etmemişti. Nisan 1877 sonu itibari ile Osmanlı-Rus Savaşı resmen başlamıştı. Bundan sonra da Osmanlı ordusunun, silahlı Çerkez ve Başıbozuk grupların ve karşısında savaşan Rus ordusunun ve yanında yer alan Bulgar, Sırp isyancı güçlerin sivil halka yönelik kıyım haberleri, İngiltere’de dinmeyen siyasi mücadelenin bir parçası olarak kamuoyunun önüne getirilmeye devam etmişti. Özellikle gazeteler bu tür haberlerin ana kaynağı olmuştu. İngiliz parlamenterleri dahi bu olayları gazetelerden takip etmişler ve parlementodaki tartışmalarda bu haberleri kaynak göstermişlerdi.

Osmanlı Devleti de İngiliz dış politikasında önemli bir aktör haline geldiği gözlenen İngiliz kamuoyuna ulaşmanın yollarını arıyordu. Sürekli olarak Osmanlı tebaasına yapılan mezalimi belgeleyerek elçiliklere ve yabancı gazetelere iletiyordu. Ağustos 1877’de, örneğin; o dönemin teknolojisinden de yararlanarak Rus ve Bulgar mezalimine hedef olmuş kadın, yaşlı erkek ve çocuklardan oluşan muhacirlerin Edirne’de çekilmiş fotoğraflarının yer aldığı ve yapılan mezalimin boyutlarının tam anlamı ile gözler önüne serildiği bir fotoğraf albümü, İstanbul’daki diğer yabancı temsilcilerle beraber, Büyükelçi Layard’a da sultan tarafından gönderilmişti. Bu resimler bütün çıplaklığı ile muhacirlerin vücut ve başlarındaki süngü deliklerini, yanık izlerini, şarapnel parçalarını belgelerken diğer yandan da gözlerindeki korku, çaresizlik ve yorgunluğu sergiliyordu. Osmanlı tarafının görüşlerini dile getiren kitapçıklara da bu dönemde rastlamak mümkündü. Koloğlu içeriklerinden bu tarz kitapçıkların İstanbul hükümeti tarafından “profesyonel publiciste’lere” yazdırılabilmiş olabileceğini öne sürse de Muhafazakar Parti taraftarlarının da Osmanlı tutumu ile örtüşen fikirlere sahip yayınlarına rastlamak mümkündü. Örneğin; Osmanlı hükümeti kadar bir Muhafazakar Parti taraftarının da Gladstone’a karşı kullanılmak üzere finanse edebileceği bir içeriğe sahip olan ve yazarı “Hadji Achmet Effendi” olarak belirtilen bir kitapçıkta, İngiltere’de dile getirilen ve Osmanlı halkı tarafından da çok iyi bilinen “Osmanlı bir millet olarak yıpranmış ve bitkin, Türklerin dini ve gelişme birbirine zıt, onların Avrupa’daki varlığı medeniyeti geriletiyor, yüksek sayıda Hıristiyanı siyasi ve sosyal bağla zapt ediyorlar, onlara o kadar fena surette baskı yapıyorlar ki onları belirli fasılalarla isyana itiyorlar ve bu da diğer milletlerin barışını tehlikeye sokarak Avrupa’yı rahatsız ediyor” gibi görüşler yanıtlanıyordu. Ayrıca yazar, Bulgar mezalimi konusunu abartan ve Osmanlı’yı mahkum eden İngilizlere ve özellikle de Gladstone’a neden Müslümanlara yönelik zulüm olduğunda ses çıkarmadıklarını soruyordu:
“Bizim masum minik canlarımızın kanları ile elleri al olan ve kadınlarımıza ve genç kızlarımıza tecavüz eden ve onları öldürenlere karşı şimdi nasıl az söz söylendi; bizim kalplerimizin kederli olmasına şaşırır mısınız, ve dünya üzerinde nerede adalet var diye sormamıza? Çünkü biz Müslüman’ız, hayatlarımız daha mı az değerli? Biz karılarımızı ve çocuklarımızı Hıristiyanların sevdiğinden daha mı az seviyoruz? Bizim kadınlarımızın namusu daha mı az kıymetli ki bütün İngiltere’de yüksek sesle protesto eden hiçbir ses yükselmedi, ülkeyi adil girişime yöneltecek kalemler hiç işe koyulmadı? Müslümanlara yapılan yanlışlara Mr. Gladstone’un söyleyecek hiçbir şeyi niçin yok? Yetenekli kaleminden, bizim silahsız halkımızdan Bulgarların öç almasına izin verme tavrında olan Rusları tenkit eden hiçbir kitapçık neden çıkmıyor?”.

Her ne kadar Osmanlı Dışişleri Bakanlığı ve Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliği Ruslar ve yandaşlarının yaptıkları mezalimleri belgeleri ile İngiliz yetkililere ve basına iletseler de sonuçta genel yargıları değiştirmeleri mümkün değildi. İngiliz Dışişlerinin kendi konsolosluk ve büyükelçiliğinden elde ettiği bilgileri içeren raporlar dahi Liberal Parti taraftarları, hükümetin Doğu Sorununu ele alma şeklini beğenmeyenler ve dinsel nedenlerle hareket edenler tarafından şüphe ile karşılanıyordu. İngiltere’de Baroness Burdett-Coutts gibi bazı hayırseverler özellikle savaştan kaçan ve İstanbul’a gelen göçmenlere yardım için para toplayarak Müslüman kurbanlar konusunda duyarlılık gösterseler de, (bkz. Resim-II) kamuoyu Bulgar mezalimi konusunda gösterdiği tepkinin bir nebzesini cepheden gelen Müslüman halka yapılan mezalim konusunda göstermiyordu. Halbuki İngiliz Büyükelçisi Layard özellikle Temmuz 1877’de Rus birliklerinin, yanlarında getirdikleri Kazakların ve Bulgar silahlı güçlerinin Müslüman sivil halka yaptıkları gaddarlıklar konusundaki haberleri birçok kaynaktan doğrulatmış ve kendi hükümetine de bildirmişti. Ayrıca bu haberlerin doğruluğu hakkında bir belge Şumla’daki Türk karargahında hazır bulunan “içlerinde The Times’ın da bulunduğu Avrupa’nın önde gelen 20 gazetesinin muhabiri” tarafından imzalanmıştı. Nitekim Layard’ın anılarında bahsettiği belge ile ilgili haber 23 Temmuz 1877 tarihli The Times’da yer almıştı. Bu habere göre “Cologne Gazette, Journal des Débats, Neue Freie Presse, Standard, Daily Telegraph, Illustrated London News, Manchester Guardian, The Times, Frankfurter Zeitung, Morning Post, République Francaise, Pesther Lloyd, Wiener Tagblatt, Morning Adviser, Scotsman, New York Herald ve Manchester Examiner” gazetelerinin temsilcileri, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı’nın daha sonra dağıtımını yaptığı aşağıdaki bildiriyi imzalamışlardı:

“Altında imzası bulunan yabancı Basının Şumla’da toplanan temsilcileri Bulgaristan’da savunmasız Müslüman nüfusa karşı yapılan zulüm eylemleri hakkında ayrı ayrı gazetelerine gönderdikleri öyküleri özetlemeyi ve imzalamayı görevleri olarak addetmişlerdir. İlan ederler ki hem Razgrad’da hem de Şumla’da, meşru bir savaşın kazaları atfedilebilecek ateşli silahlarla yaralanmaları zikretmezseler bile, mızrak ve kılıç darbeleri ile yaralanmış kadınları, çocukları ve yaşlı adamları kendi gözleri ile görmüş ve sorgulamışlardır. Bu kurbanlar Rus birliklerinin ve bazen Bulgarların bile kaçak Müslümanlara yaptıkları muamele ile ilgili korkunç beyanlar vermişlerdir. Onların demeçlerine göre birçok köyün Müslüman nüfusu katledilmiştir. Her gün yeni yaralılar gelmektedir. Altında imzası bulunanlar ilan ederler ki yaralılar arasında kadınlar ve çocuklar sayısızdır ve mızrak yaraları taşımaktadırlar”.

Her ne kadar yukarıdaki bildiride Bulgarların eylemleri “bazen Bulgarlar bile” denilerek münferitleştirilse de, Layard anılarında, özellikle Rusların müttefiki “Bulgar Ejderhaları”nın ellerine düşen Müslümanlara yapmadıkları “hiçbir gaddarlığın, hiçbir vahşetin” kalmadığını yazdıktan sonra ekliyordu: “İşkencenin her ince şekli üzerlerinde uygulandı. Kadınlar ve kızlar, olgunlaşmamış yaşta olanları bile, her türlü tecavüze tabi tutuldu ve sonrasında öldürüldü. Korku içinde kaçan kalabalıklar soğukkanlılıkla katledildi. Kazaklar bu gaddarlıklarda yer almakla suçlandılar”.

[Resim-II: The Illustrated London News, 1 Eylül 1877]

Ancak yukarıdaki ve benzer haberlerin İngiliz gazetelerinde yer almaya başlamasının, kamuoyunun genel yargılarını değiştirmesi mümkün değildi. Çünkü İngiliz kamuoyu kendi hükümet yetkililerinden gelse bile bu tür haberlerin asılsız veya eksik olabileceği konusunda önceden hazırlanmıştı. Öyle ki Freeman, 13 Temmuz 1876 yılında The Daily News’te yayınlanan mektubunda açıkça İngiliz Dışişlerini zan altında bırakmıştı:
“Bana öyle geliyor ki The Times veya The Daily News’in bir muhabiri Dışişleri Bakanlığının çalıştırabileceği herhangi biri kadar gerçeği bulmakta iyi araçlara sahiptir ve bana yine öyle geliyor ki onun [muhabirin] bulacağı gerçeğin dürüstçe halka verilmesinin daha çok olasılığı vardır. Gerçekte, Dışişleri Bakanlığına gizli bilgi kaynaklarına sahip olan bir çeşit kahin gibi davranmak geçmiş olan hallerin bir kalıntısıdır. Şimdi halk ne olduğunu Dışişleri Bakanının bildiği kadar bilmektedir ve Dışişleri Bakanının amaçlarına uygun olarak lütfettiği bunun gibi bilgi kırıntılarına daha fazla bağımlı değildir”.

Gerçekte bu dönemde gazetelerde çıkan haberlerin doğru olup olmadığı da önemini kaybetmişti. Hem Liberal Parti hem de iktidardaki Muhafazakar Parti’yi destekleyen kitleler için inandırıcı olan haberin doğru olup olmadığı değil, haberin var olan önyargıları beslemesi ve siyasi ihtiyaçların gerçekleşmesi için zemin hazırlaması idi. Bulgar mezalimi haberleri sırasında bile kamuoyuna bir yıl önce Bosna ve Hersek’te başlayan isyandan gelen benzer haberler duyurulmuştu. Böylece Müslüman/Türk/Osmanlı’nın kendi Hıristiyan tebaasına karşı yaptığı kıyımların münferit değil sürekli olduğuna dair bir kanı kamuoyunun kafasında oluşturulmuştu. Böylece bir yıldır devam eden bu isyan ve bölgesel iç savaş daha önce kamuoyunun ilgisini çekmezken şimdi çok önemli bir hale gelmişti. Örneğin Bulgar mezalimi haberleri gazetelere ilk düştüğünde A.P. Irby imzası ile 28 Haziran 1876 tarihli The Daily News’te bir mektup yayınlanmıştı. Irby, “göreceli olarak medenileşmiş” bir kasaba diye tanımladığı Save nehri üzerindeki “Türk Brod”’da yeni sultanın tahta çıkışını kutlamak için yapılan bir eğlence sırasında “üç Hıristiyan kellesi pazar yerinde top gibi bir Türk’ten diğerine fırlatıldı. Ölmüş üç ihtilalciye ait bu başlar Brod’dan biraz uzakta sırıklara geçirilmiş ve [sultanın cülusunu] kutlamak için [düzenlenen] eğlence için [sırıklardan] sökülerek kasabaya getirilmişti” diye yazar. “Yakın tarihteki yüzlerce olay” arasından seçtiği ve şahitlere dayandırdığını iddia ettiği bu olayı anlatan yazar oradaki insanların isyanını yabancı temsilcilere ve Rus ajanlarına bağlamanın “dayanılmaz zorbalığa” karşı isyan eden bu insanlar hakkındaki gerçekleri bilmemekten kaynaklandığını güçlü bir dille anlatır. Irby, The Daily News sayfalarından kamuoyuna şu mesajı vermeyi de ihmal etmez:
“Birçok Bosnalı ihtilalcı tarafından tekrar tekrar bana teminat verildi ki Türk askerleri tarafından Hıristiyan kadınlar ve çocuklar üzerinde işlenen barbarlıklar tarif edilemezken onlar her zaman Müslüman kadınları ve çocukları azami derecede esirgeyip koruyorlar. Bu iki itikada sahip olduklarını ikrar eden halkların ruh ve gelenekleri ile olan tanışıklığımız bu iddiaya inanmaya bizi ikna ediyor. Ben kesin bir örnek biliyorum ki bazı Türk kadınları, ihtilalciler tarafından, kendilerini bazı riske sokarak, Banyaluka’ya güvenlik içinde nakledilmişti”.

Diğer taraftan Müslümanlara yönelik mezalimlerin İngiliz gazetelerinde yer almasından sonra medeni dünyanın temsilcisi olarak tanıtılan Ruslar hakkındaki görüşlerini açıklaması için bazı gazeteler ve hatta kamuoyunun bir kısmı Gladstone’a baskı yapmaya başlamıştı. Gladstone’u destekleyen bir taşra gazetesi, Gladstone’un Rus ve Bulgarların yaptıkları iddia edilen mezalimler hakkında gerçeğe ulaştığında bir açıklama yapacağını yazıyordu. Gladstone’un Osmanlı hükümetinden gelen hiçbir şeye, başka kaynaklarca doğrulanmadıkça inanmadığını yazan gazete, onun İngiliz Büyükelçisi’nin raporlarına da güvenmediğini belirtmişti. Ayrıca gazete, “geçen yılki Bulgar zulümleri tarihi – sadece yapılan gaddarlıklar değil Türk hükümetinin onlarla ilgili tavrı”ndan dolayı, Gladstone’un Osmanlı hükümetinin iddia ettiği hiçbir şeye inanılmamasını herkese salık verdiğini de yazıyordu.
Aslında Gladstone’un yukarıdaki gibi tavsiyelerde bulunmasına gerek yoktu. Gazetelerin çoğu zaten Rus ve Bulgarların uyguladıkları mezalimler hakkındaki haberleri, kendi sayfalarında dahi olsa, etkisizleştirmenin yollarını bulmuştu. The Times gazetesi 17 Temmuz tarihli telgrafı ile Şumla’da bulunan kendi özel muhabirinin “Sistova yakınındaki Kazak barbarlığının altı kadın kurbanına yaptığım çapraz sorgudan kadınların ve çocukların boğazlandığını öğrendim. Böylesi duygusuz barbarlık raporlarının doğruluğuna inanmakta yavaştım fakat şimdi onların fazlasıyla doğru olduğunu anladım” şeklindeki haberini “İddia Edilen Mezalimler” başlığı altında vermişti. Bu kısa haberin altına neredeyse bu haberi tamamen etkisizleştirecek, Paris’ten gazetenin kendi muhabiri tarafından 19 Temmuz’da gönderilen ve Rusların dolaylı olarak bu iddiaları yalanladığı bir telgraf da yerleştirilmişti:
“Yakında olmuş Rus mezalimleri rivayetlerinin ürettiği kötü tesirden etkilenen Kont Schouvaloff, Prens Gortchakoff’a acil bir telgraf gönderdi. [Gortchakoff’dan] önemli yabancı Muhabirlere bu aşırılıkların sahnesi olarak adlandırılan Bulgaristan’daki yerleri ziyaret etmeleri için her imkanı vermesini, böylece onların araştırmalarının sonucunu imzaları ekli olarak yayınlanabilmesi amacı ile Rus Karargahından ona acele telgraf ile gönderilmesini rica etti”.

Rus gazete ve kaynaklarına sıklıkla yer veren, yeri gelince Rusların medeniliğini övüp Bulgarları yeren The Times her ne kadar kendi muhabirinin de aralarında bulunduğu Avrupalı muhabirlerin imzaladığı bildiriden sonra The Times gazetesinde “mezalimler” kelimesinin önündeki “iddia edilen” kısmını kaldırsa da Osmanlı tebaasına karşı yapılan barbarlık haberlerini kısa tutuyor, yorum yapmıyor ve böylece bunları gazetenin sayfalarına gömerek olayların üstünü bir nevi örtmeye çalışıyordu. Bazen de mezalimler kelimesi tırnak içerisinde verilerek gerçekliği hakkında şüphe yaratılıyordu. Ya da olaylar sadece Kazakların yaptıkları barbarlıklar olarak gösteriliyor ve Rusların görevi onların cezalandırılmasına indirgeniyordu. Osmanlı’nın yaptığı mezalim haberlerini çarşaf çarşaf yayınlayan ve Osmanlı/Türk/Müslüman’ı medeni dünya önünde mahkum eden The Times’ın editörü, Rusya’yı sadece uyarmakla yetiniyordu: “Muharebenin sıcağında bile hiçbir Devlet insanlığın duygularına tecavüz etmeyi göze alamaz ve eğer Rusya bu tür suçlara göz yumarsa, Türkiye’den çok daha ciddi bir şekilde yargılanacaktır”. Müslümanlara yönelik mezalim haberleri sıklaşınca The Times editörü Rusya’yı dolaylı olarak temize çıkarıyordu. Savaşın tarafları “bu yüzyılın en mide bulandırıcı katliamlarından sorumlu” bir ırk, yani Türkler ve “daha medeni olmasına rağmen insan gaddarlığı tarihine birçok kara sayfalar ekleyen” bir millet, yani Ruslardı. Bu savaşı “büyük ölçüde bir sivil savaş” olarak nitelendiren editör, bu sivil savaşın da “Türkiye’de yaşayan çoğunluk halk ile onları kamçı ve mahmuz ile süren bir azınlık” arasında olduğunu iddia ediyordu. Müslümanlara yapılanları inkar etmese de editör, olayları oldukça münferit bir hale sokmaya çalışıyor ve olayların esas sorumlusunu da buluyordu: “Türk Hükümeti”. Çünkü, “Türk Hükümeti ne muhaliflerinin barbarlıklarını durdurmak için ne de böylesi şenaatlerin işlendiğine dair Avrupa’yı inandırmak için en iyi yolu takip ediyor. Suçlamalarının çoğu müphemliğin modelleri ve desteksiz iddia. Parlamento raporu dünyanın hiçbir Mahkemesinde en küçük değer yüklenmeyecek suçlamalarla dolu. Şenaat garabetleri olan suçlamaları yığarak, Babıali Avrupa’nın onun kanıtlanmamış sözüne inanmasını güçlükle umabilir. Geçen iki yılda [Babıali’nin] resmi açıklamaları o kadar az doğru çıktı ki sadece bir Paşa’nın sözü değil, doğrudan bazı kanıtlar tercih edilecektir. Rusların suçları, Türklerin geçen yıl [Bulgar mezalimleri konusundaki] suçlarının ispat edildiği gibi tamamen aynı şekilde ispat edilmelidir- tarafsız şahitlerin kanıtları ile”.

The Times Osmanlı Hükümeti’nin sağladığı öldürülenlerin sayısına dair istatistiki bilgileri inandırıcı olmak bir yana “sayısal kesinlik sıklıkla bütün kanıtların en kötüsüdür” diyerek ret dahi ediyordu. Öte yandan Liberal Parti’nin güçlü destekçisi Manchester Guardian, daha kendi muhabirinin Müslümanlara yapılan mezalimi doğrulayan belgedeki imzası kurumadan 1877 Ağustos ayında bile Müslümanlara yapılan mezalim haberlerini “iddia edilen” olarak okuyucularına sunuyordu. Kendi muhabirinin imzası olan belgeyi bile görmezlikten gelen gazete, Rusların yaptıkları mezalim haberlerine dair kanıtları “ziyadesiyle müphem ve kanıtlanmamış” diyerek geçiştiriyor ve Rusların resmi raporlarını göstererek bu iddiaları çürütmeye çalışıyordu.

Müslümanlara yapılanlar için çok kuvvetli kanıtlar isteyen bazı gazeteler, bu durum tersi olduğunda buna ihtiyaç duymuyor olsa gerek ki bir olayın doğru olmadığı ispatlansa ve buna sayfalarında yer vermeye mecbur kalsalar da sonuçta suçlu olarak her zaman Osmanlıları gösteriyorlardı. Örneğin bir görgü tanığının anlattığına göre “Gabella”da Türkler yakaladıkları bir ihtilalciyi “canlı olarak, Türklerin koyunlara yaptıkları gibi, şişe geçirmiş ve sonra da kızartmışlardı”. Bu haberin doğru olmadığı ortaya çıkınca, The Manchester Guardian’ın önemli bilgi kaynaklarından The Manchester Evangalisation Committee üyesi ve bölgede misyonerlik ve yardım faaliyetleri yürüten H.P. Ziemann, rapor edilen bazı olayların doğru olup olmadığının öneminin olmadığını ima etmişti. Ona göre esas önemli olan Osmanlı hükümetinin üzerinde şehirler ve köylerin uzandığı toprakları yakıp yıkmış ve dört milyonluk bir halkı bir milyon ezilmiş ve cahil kölelere dönüştürmüş olmasıydı. Bunun sonucunda bu halkın 160,000’i fakirlik içinde bu zulümden kaçarak mülteci olmuştu.

Savaş sırasında birçok mezalime tanık olan Eski Zağra müftüsü Hüseyin Raci Efendi, “yabani canavardan eşna Bulgar vahşetlerini hangi nevi hayvan-ı müfteris adiyle zir-i himayelerine alıyorlar” diyerek Avrupa’yı eleştirse de, Hüseyin Raci Efendi’nin anılarında anlattığı vahşetleri yapan Bulgarlar, bazı İngilizlere göre, yaptıklarını ya kendilerini öldüren “Türklerden” öğrenmişlerdi ya da kendilerine yapılanlardan sonra onlardan başka ne beklenebilirdi ki? “Karlova ve Eski Zağra gibi kasabaların sakinlerinden sadece iki yıl önce ellerinde o kadar korku ile acı çektiklerinin dönmelerini samimiyetle karşılamaları güçlükle beklenebilir” gibi sözler yadırganmadan yazılabiliyordu. Çünkü İngiltere’ye ulaşan raporlarda Eski Zağra’da zulmeden Bulgarlar değil, Müslümanlardı.

Sonuç
Liberal Parti’nin Muhafazakar Parti’yi daha çok iç politikada sıkıştırmak için kullandığı kamuoyu baskısını Muhafazakar Parti hükümeti büyük bir hünerle Osmanlı hükümeti üzerinde bir baskı aracına çevirmeyi başarmıştı. Her ne kadar Cevdet Küçük, Bulgar İhtilali ve İngiliz kamuoyu konusundaki detaylı makalesinde, “Hükûmette kamu oyu ve muhalefetin tepkisinden çekinerek, istediği halde Osmanlı devleti yanında yerini alamıyordu” diye bir tespitte bulunarak Muhafazakar Parti’yi aklasa da, Bekir Sıtkı Baykal, İstanbul Sefirler Konferansı öncesinde General Ignatieff “şark işlerinin teferruatını iyice bilmeyen İngiliz murahhası [Lord Salisbury] üzerinde büyük bir nüfuz kazanmağa, büründüğü iyi niyet, Avrupa adına medeniyet ve insanlık maskesi altında Bâbıâli için kabul edilmesi imkânsız şartlara onun muvafakatini almağa muvaffak olmuştur” diyerek Rusya’nın kurnaz diplomatının İngiltere’yi kandırdığını ima etse de aslında Muhafazakar Parti hükümetinin Osmanlı Devleti’nin beklentilerini karşılamak gibi bir niyeti yoktu. Çünkü İngiliz çıkarları, Avrupa’nın değişen şartlarında İngiltere’nin Doğu Sorunundaki yöntemlerini değiştirmeyi gerektiriyordu. Bu durumun anlaşılmasına yönelik geliştirilmesi için gereken bakış açısı, Basiretçi Ali Efendi’nin 22 Kanunusani 1293 (3 Şubat 1878)’de Basiret’te yayınlanan şu tespitinde görülebilir: “İngiltere menafini bugün Osmanlılık nazarından görür isek zannederiz ki yanılmış oluruz. Bugün İngiltere menafi görülür ise İngilizlilik nokta-i nazarıyla görülebilir”.

Nitekim Osmanlı-Rus Savaşı sonunda kabul edilen Berlin Antlaşması Osmanlı için bir hezimet, İngiltere için önemli bir diplomatik zaferdi. Gauld’un tespiti ile “Türk toprak bütünlüğünü koruma ikrarında bulunan bir Gücün şimdi onun hakimiyet haklarına yapılan açık bir saldırıya destekleyici olarak hareket etmesi onun için tuhaf bir durumdu. Bu onun en aşikar başarısı ve 1856 ilkelerine mazeretsiz aykırı idi”. Zaten Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin “‘dostları’” “onun topraklarını düşmanlarından çok daha fazla soymuştu.” İngiliz kamuoyu da bu süreçte önemli bir araç olarak yerini almıştı.

BİBLİYOGRAFYA
ARAMA YAP