Saffet Yıldız ile sözlü tarih görüşmesi

Ben 1338 yani 1922 yılında Tophane’de tam da gavurlar kaçarken doğmuşum. Babam bu gavurlar bizi keser, en iyisi köye gidelim demiş. Köyümüz Gemlik’e giderken Kurtul köyüdür. Babamın babası Ahmet Ağa çok zengin bir adammış.  Köyde bir taneymiş. Babamın da köyde bir tane eski nişanlısı varmış. O eski nişanlısı babamı asker kaçağı diye şikayet etmiş. Babamı alıp götürmüşler askere. Annem kalmış. Ben daha bebek olduğum için ağlarım da yerlerini belli ederim, gavurlar da onları bulur diye korkmuşlar ve dedem anneme “biz ormana gideceğiz, sen sakın bizimle gelme yoksa gavurlar bizi keser” demiş ve annemi köyde bir başına bırakmış. Annem ne yapsın? Evin arkasında kocaman ağaçlar vardı. Orada bana bir salıncak kurmuş, ağzıma da memeyi vermiş. Kur’an’ı da alıp göğsüne bastırmış. Artık orada oturmuş, başlamış okumaya. Gavur gelmiş, köpek varmış bir tane havlamaya başlamış. Gavurlarla aralarında azıcık bir mesafe kalmış ama gavurlar bizi görmemişler ve gitmişler. İşte ben cumhuriyetten bir sene önce böyle zamanlarda dünyaya gelmişim.

Babamı da 33 gün ayağında zincirle dağ tepe gezdirmişler.  Sonra bakmışlar ki asker kaçağı değil salmışlar. Hatta babama bir kuzu vermişler. Al bunu kızına götür demişler. İnanır mısınız o kuzu senede bir kere kuzularsa ikiz kuzulardı. Eğer ikiz kuzulamazsa senede iki defa kuzuluyordu. Babam öldüğünde ben 13 yaşındaydım ve bizim 45 tane koyunumuz vardı. Babam ölünce beni 13 yaşında evlendirdiler. Annemin babası da Selçukgazi köyündendi. Kendisi cerrahtı ve Tuzpazarı’nda dükkanı vardı. Çok hastalıklara çare buluyordu. İsmi Emrullah’tı. O zamanlar soyadı yoktu. Dedem ölünce biz dedemin köyü Selçukgazi’ye yerleştik. Çünkü annemin kız kardeşleri kimsesiz kaldı ve annemin onlara sahip çıkması gerekiyordu.  O yüzden de beni küçük yaşta evlendirmek durumunda kaldı. Ben 13 yaşında evlendim, 14 yaşında anne oldum. Eşim askere gitti ve bir daha dönmedi. O dönemde annemler Çelik Palas’ın orada bir eve taşındılar. Eşimi kaybedince bende mecburen annemlerin yanına geldim. 15 yaşında Merinos’ta çalışmaya başladım. Küçücük bir çocuğum vardı, mecburen çalışmam gerekiyordu.

Sonra Beytullah Yıldız ile ikinci evliliğimi yaptım. Bebek beklediğimi öğrenince eşim Merinos’ta çalışmamı istemedi. Kendisi de Merinos’ta itfaiyeciydi. Orada kaç sene çalıştı bilmiyorum. Belediye reisi ile çok samimiydi. Belediye reisi işi bırak deyince o da bıraktı tazminatını aldı ve iki katlı bir ev daha yaptı. Bir evimiz zaten vardı. Benim adam çok çalışkandı. Bu mahallede ne varsa hepsini o yaptırdı. Köprüyü yaptırdı, otobüs durağını yaptırdı. Biz geldikten sonra millet buraya yerleşmeye başladı. Benim adam herkese buradan yer aldırttı ve tepeye kadar buralar ev doldu. Hiç okula gitmemiş ama kafası çok çalışırdı. Çok çalışkan birisiydi. Bende hiç okula gitmedim ama yeni yazıyı televizyondan öğrendim.

İlk evlendiğimizde eşimin Temenyeri’nin orada Temenyeri parkının duvarına dayalı bir evi vardı. Bir duvara üç duvar çevirmiş, yapmış bir gecekondu. Oraya gelin gittim. Sonra o gecekonduyu 1800 liraya sattı. O parayla Teferrüç’ten bu evin arsasını aldık. Sigortada arabaların durduğu bir yer vardır. 500 metrekaredir orası, orayı aldık. Teferrüç’teki evimizin yan tarafını aldık. O parayla bir sürü yer aldık. O para çok iyi bir paraydı.

Gavur zamanında buraları (Teferrüç) iki kardeş zapt etmişler. Sonra da parsellemeden satmışlar. Hatta eşim kadastro memurlarını getirdi ve arazinin bir miktarını size vereyim benim arazimi parselleyin dedi. Dereden o tarafı bir kardeş, bu tarafı da bir kardeş almışlar. Ta yukarıya kadar el koymuşlar. Biz buraya 60 yıl önce geldik. Yani aşağı yukarı 1955 yılında buradan bir yer alıp yerleştik. Hatırlıyorum bu yeri 8 liraya almıştık. Mahalleye ilk geldiğimizde bir tek köşede bir ev vardı. Onun yanında da bir tane çeşme vardı. Benim evimin olduğu yerler gündöndü tarlasıydı. Yukarıda ve çamlığın diğer tarafında üzüm bağları vardı. Dereden diğer tarafa geçilmiyordu. Dere çok derindi, uçurumdu. Patika yoldan geliyorlardı; dereden karşıya geçemiyorlardı. Yol yoktu zaten, patikaydı. Zamanında şu anda otobüs durağının ilerisinde bir duvar vardı. Orada hep iskeletler buluyorduk. Köprüden ilerisi Piremir Mahallesi’ne aitti.

Mahalleye geldiğimizde hiç bir şey yoktu. Sadece gündöndü tarlasıydı. Köprü yoktu. Kocaman bir dere vardı. İnsanlar buraya geldiklerinde karşıya nasıl geçeceğiz diye düşünürlerdi. Dere yatağı çok derindi. Dere dağdan gelip Osman Gür İlkokulu’nun önünden aşağıya akardı. Dereyi kapattılar, kapatırken de bir insanın içinden geçebileceği büyüklükte künkler koydular. Ama şimdi o künkler tıkanmış, su asfaltın altından çıkmaya başladı. Köprünün diğer tarafında da taş bir duvar vardı. Hatta o tarafa gecekondular yapılırken biz buradan oraya elektrik uzatmıştık. Benim adam çok merhametliydi. Çamlıktaki ağaçlar sonradan dikildi. Muhtarlığın arka tarafında ki çamlar bir metre bile yoktular, yeni ekilmişlerdi. Hatta bir tane bekçi tutmuşlardı onları sulamak için.

Bizim evler yapılırken dereden su taşıdım. Kireç söndürdüm, kerpiç kestim. Bizim eski yıkılan evimiz kerpiçtendi. Ama 40 cm genişliğinde duvarları vardı. Kışın sıcak, yazın serin olurdu.

Temenyeri Camisi’nin orada da ufak bir dere vardı. Temenyeri çamlığının diğer taraflarında da üzüm bağları vardı. Hatta orada da bir dere vardı. Adam teleferik gibi bir düzenek yapmıştı. Üzüm almak isteyenlere dereden bu tarafa o teleferikle üzüm gönderirdi.

Teleferik Camisi’nin yapılması da eşim sayesinde oldu. Köprüyü de eşim yaptırdı. Hatta okul yaptırmayı da çok istedi ama mahalleliden destek bulamadı. Yolların asfalt olması için çalıştı. Elektrik, su, Kur’an kursu yapılmasında hep eşim önayak oldu. Mahalleliye belediyede bir işiniz varsa bana söyleyin derdi. Tanımadığı kimse yoktu. Hiç okul okumamış ama çok zeki ve çalışkan birisiydi. Mahalleli de onu sever sayardı. Otobüs durağı kahvenin önündeydi. Hanımlar orada rahatsız olurlar diye otobüs durağını şimdiki yerine aldırdı. Çok becerikli birisiydi.

Minibüsümüz vardı. Hıdrellez geldiği zaman o minibüsü kapının önüne çekerdi. “Hadi kızlar, hadi sizi hıdrelleze götüreceğim. Kocasından korkmayan varsa onlarda gelsin” derdi. Darbukaları alır yola koyulurduk. Karacabey boğazına giderdik. “Eğlensin çocuklar” derdi. İyilik yapmasını çok severdi.

Ben evlendiğimde bir kızım vardı. Bana senin çocuğun benim çocuğum dedi. Sonra bir kızımız daha oldu. Hakikaten kendi çocuğundan asla ayırmadı. Hiç üveylik hissettirmedi. Kayınvalidem ile 18 sene beraber yaşadık. Kışın hiç kalkamazdı hep sofrasını kucağına koyardım. Banyosunu yaptırırdım. Ondan sonra kendi anneme baktım. Annemde kayınvalidemden sekiz sene sonra öldü.

Mahalleye gelenlerin çoğu Yozgat’tan geldi. Bayburt’tan gelen komşularım vardı. Hepsini bilemiyorum ki nereden geldiler. Ama Yozgatlı çoktur. Zaten eski komşularımızın hepsi öldüler. Yenileri de artık tanımıyorum.

Evin yanına bir hasır atardım. Orada küçük el makinasıyla mahallenin dikişini yapardım. Büyük bir demlikle çay demlerdim. Konu komşu gelir oturur, akşama kadar çay içerdik. Sohbet muhabbet yapardık. O zamanlar komşuluk vardı. Şimdi artık komşuluk yok.

Düğünlere ben gitmezsem düğün olmazdı. Kapıya gelirlerdi, sen olmayınca düğünün tadı yok derlerdi. Düğünleri sokakta yapardık. Nişan, düğün, kına, sünnet hep sokakta olurdu. İki tarafa çarşaf gerer, arada düğün yapardık. Ama ben eşimle hacıya gidip geldikten sonra artık düğünlere bir daha çıkmadım. Düğünlere çengi çağırırlardı. Çengi çalar milleti eğlendirirdi. Oynamaya kalkanlar çenginin kucağına para atarlardı. Sonradan sonraya düğünler salonlarda yapılmaya başlandı.

Ben de çok neşeliydim, cesurdum. Korku diye bir şey bilmezdim. İlk eşim askerdeyken Fidan Han’da çalışıyordum. Gece on iki de işten çıkıp yürüyerek Çelik Palas’ın üstünde ki çiftliğe yürüyerek giderdim. Orası ormandı, karanlıkta o ormanın içinden geçip eve giderdim. Annemler orada oturuyorlardı. Asla hiç aklıma korku gelmezdi. Yaşımda küçüktü ama korku yoktu. Rahmetli babam senin gibi bir erkek evladım olsaydı sırtım yere gelmezdi derdi. Çok çalışkandım. Yedi yaşında bana üç tane çocuk bırakıp işe giderlerdi. Ben ekmek yapıcam, hayvanları sağıcam, yemek yapıcam, çocuklara bakıcam, altları üstleri değiştirilecek, doyurulacak, yatırılacak. Ben ne çocuk oldum çocukların arasına karıştım, ne kız oldum kızların arasına karıştım. Romanlara konu bir hayatım oldu.

Eşim Arnavutluk’tan 12 yaşında gelmiş. Trende 40 haneymişler. Eşim daha trende gelirken Türkçeyi öğrenmiş. Millete tercümanlık yapmaya başlamış. Onları bir okula koymuşlar, sonrasında da köylere dağıtmışlar. Eşim 6 aylıkmış babasını öldürmüşler. Evlerden silahları topluyorlarmış. Babası da demiş ki “benim silahım yok.” “Hayır, bulacaksın” demişler. Yoksa ne versin adam sana, silah vermedi diye vurmuşlar kayınpederimi. Kayınvalidem hem ağlar, hem anlatırdı.  Bir hafta cesedini keşfe gelip görecekler diye gece içeri alıp gündüz karın üzerine yatırmışlar. Orada öyleymiş. Cenazeyi kaldırmak için keşif gerekirmiş.

Çocuklarım Mollarap’a ve Piremir İlkokulu’na gittiler.

Biz buraya geldikten sonra teleferik inşaatına başlamışlardı. Tahtadan bir vagon vardı. Küçücük bir sandıktı. Koruması yoktu. Onun içerisine üç dört kişi binip malzeme taşıyorlardı. Ağaçtan direkler vardı. Bizim az ilerimizde ağaçtan bir direk vardı. O ağaç direğe vagon nasıl çarptıysa vagondan bir işçi düşüp ölmüştü. Bu olayın olduğu gün mahallenin yukarısında Arnavut bir komşumuz vardı. O bize çay içmeye gelmişti. Pat diye bir ses duyuldu, komşumuz hemen adam düştü diye koşup gitti. Sonra geldi adam ölmüş dedi. Dört tane çocuğu vardı. Eşi dört çocukla kaldı. Karısına maaş bağladılar. Ama dört çocukla nasıl geçinsin hemen bir işe girip çalışmaya başladı. Şimdi oğullarından birisi muhtar oldu. Eski teleferik 20 kişilikti yeni yapılanlar şimdi sekiz kişilik oldu. Eskiden daha ucuzdu şimdi yeni vagonlar yapıldıktan sonra pahalı oldu.

Benim eşimin muhtar olmasını istediler ama ben istemedim. Dedim benim yeterince misafirim var. Benim adam hemen “hadi yemek hazırla da şoförlere götüreyim yesinler” yada “hadi hemen yemek hazırla camiye götüreyim de orada yaşlılar yesinler”; ramazan geldiği zaman “hemen pideleri doğra, zeytin, peynir koy; camiye götüreyim de orada iftarlarını yapıp camiye akşam namazına girsinler” derdi. Hacıya gideceğimiz zaman bana “on kişiye yemek yapar mısın?” dedi. Bende “yaparım” dedim. Hiç ayağıma üşenmezdim, yapardım. Et aldı getirdi kavurdum tenekeye bastım. Kıyma aldı kavurdum tenekeye bastım. Otuz tane ekmek aldım, fırınladım çuvala doldurdum. Tarhana hazırladım, kuruttum. Pirincini ayıkladım, hepsini doldurdum küfeye. O zamanlar karadan gidilirdi. Üç arabaya eşya koymak için bir kamyon verdiler. Bir tane ocak koydum, büyük tüp, küçük tüp koydum, üç tane büyük tencere koydum. Giderken her yere uğraya uğraya gittik. Küçük tüpü, bir bidon turşuyu yanıma arabaya aldım. Su olan bir yerde mola verince hemen çayı koyardım. Çay isteyene çay verdim, çorba isteyene çorba yapıp içine kuru ekmekleri koydum verdim. On tane plastik tas ve tabak aldım. Hiç kimseyi de görmedim. Ben yapardım eşim hemen alır götürürdü. Diyanet üç katlı bir ev kiralamıştı. Adamlar başka bir yerdeydi, kadınlar üst kattaydı. Orada merdiven altında kendime bir mutfak yaptım. Yemekleri gece yapıyordum. Eşim bir buzdolabı kiralamıştı. Yemekleri oraya koyuyordum. İbadetten gelince hemen ısıtıp eşimle gönderiyordum. Sabah kahvaltısında da namazdan gelince hemen çayı demlerdim, çorba yapardım, yiyip yatıyorlardı. Öğlen de yine aynı şekilde namazdan koştura koştura gelip yemekleri ısıtıp onları doyuruyordum. Çok bambaşka bir hacılık yaptık biz. Bilmiyorum benim öyleydi. Allah kabul etsin.

Eskiden buraya bir metre kar yağardı. Kar takır takır donardı biz üstünde gezerdik. O zaman yol yoktu ki patikaydı. Patikadan yürüyerek aşağılara giderdik. Karın içinden elli santim yol açıp öyle yürürdük.

Evimde kocaman bacalı bir ocağım vardı. Yufkamı hep orada yapardım. Kışlık kuskusumu, tarhanamı hep kendim yapardım.

Ramazanlarda davulcu bile yoktu. Sonra sonra millet gelmeye başlayınca davulcu tutmaya başladılar. İlk zamanlar burada insan da yoktu. O yüzden komşularla çok gidip gelme olmazdı. Daha yukarıya iki tane ev yapıldı. Ne zamanki bu dere kapandı, ondan sonra yavaş yavaş burası insan dolmaya başladı.

Eski hapishanenin oraya adliyeyi götürdüler. Eskiden hapishane orasıydı. Hapishane yakılınca oraya adliye yaptılar. Devlet Hastanesi de şimdi arabaların durduğu yerdeydi. Hastaneden bakınca Altıparmak görünüyordu. Altıparmak’ta bir hastane vardı eskiden. O hastanenin oradan Atatürk Köşkü’ne kadar oralar hep cevizlikti. Hatta bir gün oradan geçerken birisi kendisini asmıştı. Kendi kendini mi astı yoksa başkası mı astı bilmiyorum. Onu gördüm ama korkmadım hiç. Kültürpark denilen yer fındık bahçesiydi. Altırparmak’tan Kaynarcaya kadar oralar hep fındık bahçesiydi.

Küçük kızım üç aylıktı eşim rahatsızlandı. Sigorta onu hemen Uludağ’daki sanatoryuma yatırdı. Çok üzüldüm çok ağladım. O zamanlar telefonda yok, nasıl haberleşeceksin. Sadece Devrengeç’teki su deposunda telefon vardı. Her gün oraya gider eşimle telefonda konuşur, annesinin, çocukların durumundan haberdar ederdim. Şimdiki gibi yolda yoktu. Patika yollardan karda buzda gittim geldim. Başka görüşme şansım yoktu ki. O dönemde de Devrengeç suyuna şişe doldurmaya başladım. Çok kısa bir süre çalıştım. Millet şişelere su doldurur, ben de kapak basardım. Ben öyle gidip gelirken çocuğa da kayınvalidem baktı ama çocuk o arada hasta oldu. Eşime nasıl haber vereceğimi bilemedim. Çocuklara çok düşkündü. Zaten kendisi de hastaydı. Ama kem küm ederek çocuğun hastalığını anlattım. Hemen Merinos’a götür dedi. Kar dize kadar nasıl götüreyim Merinos’a. O zaman sen eve git ben Merinos doktorunu ararım o gelir çocuğa bakar dedi. O kadar kar var ki doktorun arabası Kerpiçhane’de kalmış. Doktor yürüyerek Teferrüç’teki kahveye gelip Beytullah’ın evi nerede diye soruyor da doktoru eve getirdiler. Komşular da yardımcı oldular gece vakti çocuğa iğne alıp getirdiler, iğne yaptılar da çocuğun gözü açıldı. Yoksa sabaha çıkmaya durumu yoktu. Kardan buralara ciplerle çıkamıyorlardı. Ne günlerimiz oldu. Şimdi o zaman ki gibi uğuldayan rüzgar bile yok.

Zümrütevler tarafı tamamen kestanelikti. Koca çam ağacı gibi kestaneler vardı. Hıdırellez’e oraya giderdik. Yıllar sonra bir baktım bütün kestanelik gitmiş. Koca kestane ağaçlarının yerine hep evler yapılmış. Zümrütevler tarafı kestanelik, yukarıları üzüm bağları, bizim evimizin olduğu yerlerde gündöndü tarlasıydı. Evin etrafından ot toplayıp yemek yapardık. Köprünün çamlık tarafında çok güzel mantar olurdu. Öyle bir ortamda yaşadık biz burada.

Sibel Gök tarafından 04 Mart 2015 tarihinde görüşülmüştür.

ARAMA YAP