Mukaddes Tarar ile sözlü tarih görüşmesi

1956 Bursa Hamamlıkızık köyünde doğdum. İlkokulu bitirince Demirtaş Sanat Okulu’nun oraya taşındık. 1974 yılında Sakaldöken’e gelin geldim. Eşimin ismi Şerif Tarar. Kendisi şofördü. Şu anda Sakaldöken’in tam bitiminde, Burçin Apartmanı’nda oturuyorum. Gelin geldiğimde evimiz bahçeli, iki katlı eski bir evdi. Bahçemde meyve ağaçlarım vardı. Akşam olunca komşular bahçeye gelir, olmuş incirleri toplar, herkes kabını doldurup giderdi. Sen ben diye bir şey yoktu. Herkes gece olunca o inciri tatlı niyetine yerdi. Ertesi gün yine incir toplamaya gelirlerdi. İncirin güzelliği, zevki, tadı başkaydı. Komşularımızla ayrı gayrımız yoktu. Varsa hepimizde vardı, yoksa hiçbirimizde yoktu.
Komşularımızla sabaha kadar otururduk. Eşlerimizde bizimle otururdu. Bazen hiç uyumadan işe giderlerdi. Kilimlerimizi kapının önüne yayar, küçük tüpümüze çayımızı koyardık. Erkekler bir tarafta tavla oynar, hanımlar ellerine işlerini alır gülüş cümbüş otururduk. Tavlayı kim kaybederse gece kaç olursa olsun dondurma, tatlı alır, kapının önünde hep beraber yerdik. Bahçelerimiz vardı ama olsun kapı önünde oturmanın tadı ayrıydı.
Sabah 9.30-10.00 gibi hepimiz kalkar, aynı anda birbirimizin zilini çalar, gece yediğimiz çekirdek, çerez pisliklerini sokağın başından tutar sonuna kadar süpürür, toplardık. Sonra herkes girer evine günlük işlerini yapmaya başlardı. Öğleden sonrada sokağımızdaki büyüklerimizin yanına kahve içmeye giderdik. O saate kadar evimizin işini, yemeğimizi yapardık.

Ayşe Uçarsu, Hediye İçit, Kaniye Hanım Teyze, Sevil, Fatma Hanımlar

Komşularımızla hiç sorun yaşamadık. Senin yemeğin yoksa ben sana veririm, benim yoksa sen bana. Hep güzel paylaşımlar içindeydik. Komşuluk, arkadaşlık, dostluk çok güzeldi. Parası mı yok, para veririz; yemeği mi yok, yemeğini yaparız; hasta mı, işini yaparız; çocuğumu var bakılacak, çocuğuna bakarız. Biri bir yere gittiği zaman gözü arkada hiç kalmaz. Misafiri mi geldi, evimizde ne varsa hemen götürürüz.
Komşularımızdan birinin yanma banyosu vardı; bizim evimizde yanma banyo yok, onunda odunu yok. Bayram üstü banyo yanacak çocuklar arife suyuyla yıkanacak. Onun benim bahçeme açılan bir camı vardı. O seleyle camın altında durdu, bende bahçeden o seleye odun doldurdum. Böylece hiç kimse benim odun verdiğimi görmedi. O odunlarla banyoda kazanı yaktık onun çocukları, benim çocuklarım sırayla yıkandılar. Ayrı gayrımız hiç olmazdı. Çok güzel günlerimiz geçti.

Hacer Hanım Teyze ve Hediye Hanım Teyze, mahallenin en yaşlılarıydı

Arife günü bütün hanımlar çıkar sokağın başından sonuna kadar bütün aralığı süpürür, yıkardık. Bazen sabah bir kalkarız bakarız, mahalleden at geçmiş her yere pislemiş. Haydi, biz tekrar süpürgeleri alır, hortumları alır sokağı baştan yıkarız. Büyüklerimiz de hiç bize demezlerdi “kızım sokak bu temiz durmaz” diye. Rahmetli muhtar Erdoğan Abi bir gün bana “gelin gel bakayım” dedi. Gittim yanına. “Biliyor musun? Bizim mahalle birinci seçildi” dedi. “Neden?” diye sordum. “Temizlik birincisi oldu” dedi. Ne kadar gururlanmıştım.

Naciye Hanım Teyze, Feride Hanım Teyze, Şemsi Amca, Hicret Abla, Fatma Hanım Teyze, Hüseyin Amca, Zeliha Hanım Teyze, Zeyni Teyze aklıma gelen mahalledeki bizden yaşı büyük komşularımızdı. Onların sözü bizim için emirdi. Pazara giderken onlara bir şeylere ihtiyacınız var mı diye sorardık. İstedikleri neyse alır, pişirir verirdik.
Eşim şoför olduğundan uzun yola giderdi. Öyle olunca da akşamları evim komşularla dolar taşardı. Evin erkeği olmadığı için hanımlar rahatlıkla gelirlerdi. Çok güzel günler geçirdik.
Ramazanlarda oruçlarımızı bozduktan sonra beyler kahveye veya teraviye giderler, biz de 4-5 hanım birimizin evinde toplanırdık. Elimizde işlerimiz, dizlerimizde çocuklarımız televizyon karşısında dizilerimizi izlerdik. O zamanlar herkesin evinde televizyon yoktu. Artık beyler geç vakit hatta sahurda davulcuyla beraber gelirlerdi. Ev sahibi “oturun gitmeyin, burada hep beraber yiyelim” derdi. “Senin neyin var?” diye sorardı “pilavım var,” “senin neyin var?” “taze fasulyem var;” hepimiz evimizde ne varsa getirir, yetmiyorsa birazda ilave yapar, orada yer içerdik. Bazen sahuru yaptıktan sonra araba varsa içine doluşur, Mudanya, Burgaz vs. köylerde davulcu seyretmeye giderdik. Bakalım oraların davulcuları neler yapıyor, neler söylüyor diye merak ederdik. Bazen sahuru yapmadan çıkardık. O zamanda gezerken bakarız sahur vakti dolmak üzere hemen Garaj’daki çorbacılardan birine girer, çorbamızı içerdik. Yemeğe sen beni çağırmışsın, çağırmamışsın diye düşünmezdik, aklımıza bile gelmezdi. O zamanlar herkesin evinde çalar saat yoktu. Bazen davulu duymayanlar, kalkamayanlar olurdu. Evlerde tavandan örümcek süpürmek için uzun tavan süpürgeleri bulunurdu. Kim erken kalkarsa; bakardı kimin ışığı yoksa o tavan süpürgesiyle camına vura vura onları uyandırırdı. Davulcu gibi gezer, uyanamayan komşuları böyle uyandırırdık. Davulcu her geldiğinde zaten kapının önünde olurduk; “geç geldin, sen cezalısın” der, davulcuya çiftetelli, mastika çaldırırdık. Gençler kapının önünde oynardı. O zamanın en meşhur şarkısı neyse onu çaldırırdık. Ben hala her ramazan davulcuyu camda karşılarım ve ona mutlaka böyle bir şarkı çaldırırım. Beni görünce hemen “alacağın olsun” der ve mutlaka bir akşam çalar. Arife gecesini dolu dolu geçirirdik. Bir hafta öncesinden her akşam birinin tatlısı yapılır, baklavalar açılırdı. Komşularımızla aile gibiydik.
1988-1989 yıllarında eski evimizi müteahhide verdik ve evimizin olduğu yere apartman yapıldı. Bu bizim komşuluk ilişkilerimizi de etkiledi. Sonradan gelen komşular evinin eşyasına, giydiğin kıyafete, evine geldiğinde ona verdiğin yiyeceğe kadar araştıran kişiler oldular. Eski gerçek samimiyet bitti. Zaten apartmanlarda şimdi asansörler var. İnsanlar birbirleriyle karşılaşmıyor. Karşılaştığında selam vermekten aciz bir millet var. Bizim apartmanımız öyle değil. Biz hala eski komşuluğu sürdürüyoruz. Biz çok şanslıyız. Biz komşuluğu, arkadaşlığı doya doya yaşadık.
Benim kuzine sobam vardı. Üstünde sürekli sıcak su bulunurdu. İş bittiği gibi de hemen çayı demlerdim. Ekmeğin üstüne zeytinyağı, onun üzerine salça ve kekik sürer kuzine sobanın fırınına sürerdim. O ekmek öyle lezzetli olurdu ki. Ama onun asıl lezzeti birlikte yemekten geliyordu. Kalabalıkla, paylaşarak yiyince o ekmek lezzetliydi. Bugün gelen misafirin önüne onu koysan “ben buraya salçalı ekmek yemeye mi geldim?” der. Zaten veremezsin. İşte bundan kalktı komşuluklar, çat kapı gelip gitmeler. Böyle böyle insanlar birbirinden koptu.
Düğünlerde gelin olacak kızın çeyizi el birliği ile hazırlanırdı. Eksiği neyse komşular arasında paylaşılır, herkes bir parça bir şeyini örer, hazırlar, eksiğini tamamlardık.
Düğünler perşembe günü gelin hamamıyla başlardı. Gelinin yanında kız arkadaşları da giderdi. Kızlar banyodan çıkınca kızın evine gelir yemek yerlerdi. O akşam gelinin deli kınası yapılırdı. Kızlar dümbelek çalar oynardı. Kılıktan kılığa girip kendi aralarında oyun çıkarırlardı. Daha sonra bir salon, bahçe veya yine evde büyük kına yapılırdı. O gece kız evi oğlan evine tavuk almaya, oğlan evi de kız evine tatlı almaya giderdi. Pazar günü ise gelin alma olurdu. Çalgı varsa gelin almaya çalgılarla gidilirdi. Oğlan evi gelin evine iner, gelin misafirlerinin elini öper, kimi takı takar, kimi para verirdi. Gelen bütün misafirlere kız evi şerbet ve lokum ikram ederdi. Tabii oğlan evinden toprak bastı parası istenir, çalgılar çalar, oynanırdı. Gelini oğlan evi alıp giderdi. Gelin oğlan evine inince bir sandalye koyarlar ve gelini üstüne çıkarırlardı. Herkes gelir gelini seyreder, daha sonra imam nikâhı kıyılırdı. Ertesi gün paça yapılırdı. Paçada çengi gelirdi. Bu çengi büyük kınada da tutulurdu. Çengi oynayınca herkes para asardı. Gelin oynayınca geline de para takarlardı. Düğüne gelemeyenler hediyelerini paçada verirlerdi. Kayınvalide, gelin oynarken pirinç, şeker ve bozuk paraları bereket olsun diye gelinin üstünden serperdi. Bunu kınada ve gelin eve girerken de yapardı. Ağız tatlılığı, bereket olsun diye düşünürlerdi. Pirinçleri yutarsan baş ağrın veya başka bir sıkıntın varsa geçer derlerdi; herkes pirinç yutardı.
Gelinin bebeği olacağı dönemde daha çok kızın annesi bebeğin ihtiyaçlarını alırdı. Lohusa mevlidinde kayınvalide, elti, görümce ve damadın babaannesi ile anneannesine özel örtüler verilirdi. Lohusalar kırk gün boyunca yalnız bırakılmazdı. Eskiden tuvaletler dışarıdaydı ve lohusalar uğrardı. Bir saçak altında olursan zarar görmezsin ancak saçaktan dışarı çıkarsan uğrarsın derdi büyüklerimiz. Bizimde tuvaletlerimiz dışarıda olduğu için saçağın dışına çıkmış oluyorduk ve tek başımıza çıkamazdık. Benim de başıma böyle bir şey geldi. Bir akşam eşim yan komşuda bütün arkadaşlarıyla birlikte maç izliyor. Benim de başımda babaannem vardı. Dedim ki “babaanne benim tuvalete gitmem lazım sen çocuğun yanında dur.” Babaannem bana “sakın tek başına gitme” dedi. Babaannemin bastonunu aldım, dışarıya çıkmadan yan kapıya vurmaya başladım. Eşim geldi “ne oldu?” dedi. “Bahçeye çıkmam lazım” dedim. Eşim bana eşlik etti. Ancak bir, iki derken sürekli o ihtiyacı hissettim. En sonunda tekrar gitmem icap etti aman dedim, adam bir maç izleyecek burnundan getirdim. Arkadaşları da dalga geçmeye başladılar. “Ben tek başıma giderim, ne olacak” dedim. Yine babaannem “sakın, yalnız çıkmıyorsun değil mi?” dedi. “Çıkmıyorum” dedim. Ben tek başıma bahçeye çıktım, daha tuvalete gitmeden bahçedeki incir ağacının oradan bazı sesler gelmeye başladı. Ne kadar müzik sesi varsa, ne kadar horoz, tavuk hayvan sesi, her çeşit insan sesi varsa hepsi karışık halde duyuluyordu. Kendi kendime her halde tavuk almaya geliyorlar diye düşündüm. Başka türlü bir eğlenceydi. Ben tuvalete yaklaştıkça sesler çoğalmaya başladı. Tam tuvaletin kapısından içeriye girecektim ki birden aklıma geldi. Hemen bunlar iyi sıhhatte olsunlar dedim ve hızla eve girdim; kapıyı kapattığım an sesler kesildi. Babaannem beni gördü; “Tek başına gittin değil mi?” dedi. “Yoook” dedim. “Suratından belli. Ya seni alıp götürselerdi ben ne yapardım?” “Olmadı bir şey, hadi sen beni oku da uyuyayım” dedim. Korkudan hemen uyumuşum.
Lohusa dönemimizde babaannem bizi 37 gün evden dışarı çıkartmazdı. 37. gün geldiğinde de çok hastaysak ya da acil bir şey olursa izin verirdi. 37 gün dolduğunda bismillah çeker, bir tane şekeri ezip “ver ağzımın tadını” diyerek kapıdan içeriye sağ ayağımızı atardık, kapının dışında da bir tane soğanı ayağımızla ezer “al ağzımın acısını” diyerek soğana bir tekme atar, evden mümkün olduğunca uzağa fırlatırdık. 37, 38, 39. gün geçer, 40. günde en uzağa giderdik ki sütümüz çok olsun. Bebek 20 günlükken yarı kırkı yapılırdı. 40 tane taş toplanır, iyice yıkanır ve kaynayan suyun içine atılırdı. Suyun içine bir anahtar, altın yüzük de atılır, anne ve bebek o suyla yıkanırdı. 40. gününde bu işlem tekrar yapılır ve bebek kırklanmış olurdu. Eskiden lohusayken bebeğin bezlerini gece dışarıda bırakmazdık. Şimdi bezler çöplerin, ekmeklerin arasında. Şimdi çocuklar hiç uyur mu, durur mu? Tabi ağlar bu çocuklar, hepsi uğrak gibi.

Sünnetler yatak yapmayla başlardı. Yatak yapılan gün yine ev sahibi yemek, lokma ya da lokum ikram ederdi. Akrabalar toplanır, yatak yapılır, oynanır, yenir, içilirdi. Ertesi gün sünnet kınası yapılırdı. Çocuğun kınası yakılır ve kim ne isterse çocuğa hediyesini verirdi. Pazar günü ise sünnet günüydü. Evde mevlit okunurken sünnet çocuğu arkadaşlarıyla birlikte Emirsultan’a götürülürdü. Çocuk Emirsultan’dan gelince sünnet edilir, yatağına yatırılırdı. Gelenlere yemek ikram edilir ve sünnet cemiyeti biterdi. Kimisi yemek verir, kimisi tavuk pilav yapar, kimisi açma ikram ederdi. Şimdi daha çok cantık dağıtılıyor ama eskiden bu kadar yaygın değildi.
Mahallede cenaze olduğu zaman o gece sabaha kadar hep beraber cenaze başında beklenirdi. Ertesi gün cenaze evde yıkanırdı. Cenaze defnedildikten sonra helva ve lokma yapılır, yedi gece dualar okunurdu. Ev sahibi işlere hiç karıştırılmaz, komşular her şey ile ilgilenir, cenaze evine yemekler götürülürdü.
Kış geceleri dolu dolu geçerdi. O zamanlar televizyon falan olmadığı için evde durmak istemezdik. Çocuklar okuldan geldikten sonra yemek yenir, onlar ödevlerini tamamlayınca da kızaklarımızı kaymaya çıkardık. Kızağı olmayan çamaşır leğenleri, alüminyum fırın tepsileri, naylon turşu bidonları ya da merdivenlerle kayardı. Sonra eve döner sobanın üstündeki sıcak suyla çay demler, hep beraber oturur içerdik. Biraz ısındıktan sonra hadi bir daha kayalım der yine çıkıp kayardık. Eşlerimizde bize uyarlardı. Biri gelmezse biri gelirdi. Hepimiz kardeş gibiydik. Gece 2.00-3.00’e kadar böyle eğlenirdik.

Umurbey Mahallesi’nde çocuklar, 2014

Büyüklerimize karşı çok saygılıydık. Bir Hediye Hanım Teyzemiz vardı. Emekli maaşını alınca gelir benim kapıda otururdu. “Gelin bana bir kahve yap” derdi. Ben hemen gider kahvesini yapardım. Benim işim var, meşgulüm diye bir şey asla söyleyemezdim, söylemezdim. “Tamam, Hediye Hanım Teyze” der, hemen kahvesini pişirir, karşılıklı kahvemizi içer, sohbet ederdik. Arkasından başka bir komşu karşıdaki fırında börek pişirtmiştir, elinde bir tepsi börekle gelir, cama vurur: “gelin bir tabak ver” der. İçine sıcacık böreği koyar: “çocuklara bunu yedir” derdi.
Eskiden yokluk çoktu ama huzur, birlik, paylaşım vardı. Ben şimdi gençlere üzülüyorum. Çok candan dostları yok. Arkadaşları var ama dostları yok.

 

Sibel Gök tarafından 19 Aralık 2012 tarihinde görüşülmüştür.

ARAMA YAP