1961 Mollaarap doğumluyum. Annem Rükiye, babam Üzeyir Gübüz’dür. Annem ve babam evlendiklerinde Harmanyeri Camisi’nin hemen karşısında, anneannemlerle bitişik bir evde, kirada oturuyor, evin alt katında da bir bakkal dükkânı işletiyorlarmış. Babam Mollaarap’ta fazla kalmamış; ben üç yaşındayken Almanya’ya gitmiş. Sanıyorum iki yıl sonra babam bize Taner Çıkmazı’nda bir gardiyandan bahçeli bir ev aldı. Evimiz gerçekten bir hapishane gibiydi. Evin her yanında demir parmaklıklar, kepenkler ve en dipteki odalardan birinde bir kapak vardı; kapağı kaldırdığınızda altı sığınaktı. Biz o eve taşındığımızda mahallenin en güzel evi bizim evimizdi. Sokağın en ucundaydı ve Bursa’ya hâkim bir manzarası vardı.
Evin bahçesinde bir metreye yarım metre genişliğinde, otuz santim yüksekliğinde taşla çevrili bir küçük havuz vardı ve tulumbamızın suyu oraya akar, kovalarımızı oraya koyup doldururduk. Komşularımızın hepsi orada su çıktıysa bizde de çıkar diye bahçelerinde su çıkarmaya çok uğraştılar ama sadece iki üç ev ilerimizdeki bir evde daha tulumba vardı; onun dışında başka evlerden su çıkmadı. Demek ki dağdan bir damar geçiyordu ve gardiyanda o damarı bulmuş ve orada bu tulumbayı yaptırmıştı. Komşularımız bizim bahçemize halı, kilim yıkamaya gelirlerdi. Suyla yapılacak her işlerini bizim tulumbanın başında yaparlar, evlerine de bu sudan taşırlardı. Biraz kaba bir suyu vardı ancak içilemeyecek kadar da kötü değildi. Yazın elinizi altında tutamazdınız, buz gibiydi; kışın da ılık denecek kadar sıcak su akardı. O yüzden çok rahatlıkla yaz ve kış biz o tulumbanın suyunu kullanırdık. Komşuluk ilişkileri aslında yardımlaşmalarla başlıyor. Herkes birbirine çok saygılıydı. Dedikodu hiç olmazdı. Biri kilim yıkamaya gelirse, diğeri de gelirdi. Oturulur, çay yapılırdı. Hamur işleri pek bilinmez, bakkaldan bisküvi alınırdı. Kahve de pek yapılmazdı. Evlere şebeke suyu 1968 yıllarında geldi diye hatırlıyorum.
Mollaarap’ın eski hali şimdiki halinden çok daha güzeldi. Göz alabildiğine üzüm ağaçları vardı. Herkesin bahçesi rengarenk çiçeklerle doluydu.
Biz mahalleye taşındığımızda ben 6-7 yaşlarındaydım. Mahalledeki komşularımız bize Türkler diyorlardı. Mahallenin çoğunluğu Boşnak’tı ve Türkçe bilmiyorlardı. O yüzden biz onlarla anlaşmakta çok zorlandık. Çünkü birbirimizi anlayamıyorduk ve ısrarla yaşlıları Türkçe öğrenmemek için direndiler. Ben Almanya’da 4 yıl kaldım ve ana dilim gibi Almanca öğrendim. İnsan gittiği yere ayak uydurmalı diye düşünüyorum.
Babam Almanya’dan izne geldiğinde küçük kız kardeşim dünyaya geldi. Ben ilkokulu bitirdikten sonra 1972 yılında babam bizi Almanya’ya götürdü. Almanya’da da bir kız kardeşim dünyaya geldi ve beş kız olduk. 1973 yılında babam trafik kazasında rahmetli oldu. Biz üç yıl daha Almanya’da kaldık ve 1976 yılında Türkiye’ye Mollaarap’taki evimize geri döndük. Annem artık küçük geldiği için evin üst katını yaptırmak istedi. Çünkü hepimiz büyümüştük. Derme çatma bir üst kat yapıldı. Ablam evlendi. Bazen para yetmiyor diye konuşuyoruz ama aslında insanlar hak etmedikleri paraları kazandıkları için bereketi olmuyor. Annem aldığı üç kuruşla ne işler başardı; hepimizi evlendirdi.
Güzel bir çocukluğumuz oldu. Toprak içinde büyüdük, oynadık. Şimdiki çocukların bilmediği, gazoz kapakları biriktirir, çivilerle oynardık. Böylece el becerilerimizi ve hayal gücümüzü geliştirirdik. Daha sakindik. Büyüklerimize karşı çok saygılıydık. Genç kızken bile annemin komşuları geldiğinde annem bana kaş göz işareti yapınca hemen içeri geçerdim. Konuşma yok, azar yok. Bize söz hakkı verilmiyor muydu? Evet, veriliyordu; bizlerde çok seviliyorduk ama büyüklerin bulunduğu her ortamda biz bulundurulmazdık.
Biz Balabanbey İlkokulu’nda çocuk esirgeme kurumunda kalan çocuklarla birlikte okuduk. Okulda onlara her gün süt veriyorlardı ve yemek çıkıyordu. Çocuk esirgemede kalan arkadaşlar aşağıdaki yemekhaneye gidip bu yemekleri yiyorlardı. Ben onlara o kadar özeniyordum ki, onlar da o kadar iştahlı yiyorlardı ki… Aralarından birkaç tane arkadaş edinmiştim. Ben de onlarla birlikte aşağıya yemek yemeye iniyordum. Bana “sen neden geliyorsun? Bu yemek onlar için” diyorlardı. Ben de “ama benim babam yok, benim babam Almanya’da” diyordum. Ki evde ekonomik anlamda hiç sıkıntımız yoktu. Her şeyimiz fazlasıyla mevcuttu. Ama o ortamda o çocuklarla yemek yemek çok büyük bir keyifti benim için.
Kerpiçhane’nin oradan yukarı çıkan yol eskiden dereydi. Derenin sol tarafında her yıl yağlı güreş yapılırdı. Derenin iki yanı uçurumdu. Dereye inmek imkansız gibi bir şeydi. Çocukluğumda yapılan o yağlı güreşleri hiç unutamam. Bütün mahalleli toplanır, günlerce o yarışları izlerdik. Hatırlıyorum bir keresinde güreşçilerden biri diğerini neredeyse istemeden uçurumdan aşağıya yuvarlayacaktı. Yağlı oldukları için ellerinden kaydı ve diğeri kendisi tutunarak yuvarlanmaktan kurtuldu. 1975’li yıllarda o dere kapandı ve evler yapılmaya başlandı. Şimdi o yoldan çıktığınızda bir market görürsünüz. Onun arkası komple üzüm bağlarıydı, üzüm bağlarının arkası da kestanelikti. Kestanelikten sonra da dağ başlıyordu.
Eskiden Bursa’nın lodosu çok meşhurdu. Şimdi çarpık yapılaşmadan biz eski lodosları yaşayamıyoruz. Hatırlıyorum lodos bizi bile savurup atardı. Kışın kar yağdığı zaman uzun süre kalkmazdı. Okula giderken çantaların üzerine oturur yokuş aşağı kayar, ana caddeye geldiğimizde de çantalarımızı elimize alır, okula giderdik. Her sene birkaç tane çanta parçalardım.
Evler hep müstakil, bir veya iki katlıydı. Üç katlı ev bile yoktu. Kardeşler aynı evde yaşarlardı. Beş kardeşse beş kardeşte aynı evde; anne, baba, torunlar birlikte yaşarlardı. Evden bir çıkarlardı ordu gibi… İsimlerini ezberlemek bile çok güç olurdu. Ancak komşuluk ilişkileri çok güzeldi. Biz hiç kapı kilitlemezdik. Evler bahçeliydi ve bu bahçeler de tüm komşular ortaklaşa ramazan yufkaları, erişteler hazırlarlardı. Kışlık yiyecekler bahçelerde hazırlanırdı.
6 Mayıs hıdrellezdir. 5 Mayıs’ta Mollaarap’ta herkes saat 6.30-7.00 civarı mezarlığın oradan tepelere çıkar, komple oralar dolaşılır, karınca yuvasından toprak alırlar, ev, araba ne hayal ediyorlarsa çizerler. Mollaarap’ta değişmeyen tek gelenek budur.
Anneannemin küçücük bir evi vardı. Evinin sadece bir girişi ve bir odası bulunuyordu. Giriş kısmını mutfak gibi kullanırdı. Banyosu dahi yoktu. Bir de bahçesinde küçük bir evi vardı. Misafirler için oraya yatak yorgan yığardı. Büyük bir bahçesi vardı. Hatırlarım küçükken hemen her akşam anneanneme giderdik. Maşınga sobasını yakardı. Sobaya patates, kestane atardı. Kazanla tane mısır haşlardı. Mısırı geceden ıslatır, sabaha kadar sobanın üstünde yavaş yavaş pişirirdi. Annem de o mısırdan çok pişirirdi ve ben okula giderken götürür, arkadaşlarıma avuç avuç verirdim.
Babam bizi de Almanya’ya götürmeden önce sene de bir defa izne gelirdi. Mesela bir karpuz alırdı, benim yattığım yatağın altı komple karpuzla dolardı. Kaç tane karpuz alıyordu bilmiyorum. O karpuzlar hiç bozulmazdı. Biz yaz boyunca çıkarıp çıkarıp yerdik. Evler çok müsaitti, serin olurdu.
Şimdiki Mollaarap’ı beğenmiyorum; çünkü her yer beton oldu. Mahallede hayvan çoktu. Herkes at, eşek, koyun, kuzu, inek, tavuk, kaz bakardı. Bizim bahçemizde kazlar vardı ve kocaman kocaman kaz yumurtası yerdik. Her şey çok güzeldi. Üzüm bağlarının üzeri kestane ağaçlarıyla kaplıydı. Orası Hakkı Ağa’nın yeriydi ve mahallede çalışmak isteyenler kestane dönemi orada yevmiye usulü kestane toplar, para kazanırdı. Şimdi oraları da parselleyip sattılar ve hepsi ev oldu. Bir avantajı, Allah’tan düzenli evler yapıldı. Projesi güzeldi ve derme çatma evler yapılmadı.
Sibel Gök tarafından 31 Mayıs 2013 tarihinde görüşülmüştür.