Ergun Kağıtçıbaşı ile sözlü tarih görüşmesi

1934 yılında Bursa’da dünyaya geldim. Seceremizi araştırdım. Belki de Bursa’da seceresini araştıran ilk kişi benim. Yaklaşık 150-200 yıl kadar geriye gidebilen Bursalı bir ailedenim. Ailem Kağıtçıbaşı’lar olarak bilinir. Dedem İsmail Kağıtçıbaşı’nın Kapalı Çarşı’da kırtasiye dükkânı vardı. Soyismimiz de bu meslekten geliyor. Ben o dükkânı gayet iyi hatırlarım. Sahaflar çarşısının başındaydı. 1958 yangınında yandı. Evimizde o sırada şimdiki Kent Otel’in yanında; şu anda Evkur’un olduğu binaydı. O evde dedem, babaannem ve üç oğlu; babam Şefik Bey, amcam Nazmi Bey, diğer amcam Sait Bey ve kızı Feriha Hanım ile birlikte yaşamışlar. Annem, on yedi odalı o konağa gelin gelmiş. Üç elti o konakta birlikte yaşamışlar. Aileler büyüdükçe ve çocuklar arttıkça ev yetmez olmuş. Sosyolojik ve toplumsal gelişmeye paralel olarak bir arada yaşayan kalabalık aileler, bireysel olarak yaşayan küçük ailelere dönüşmüş. Bunun da akabinde babam ve amcalarım değişik evlere taşınmışlar. Sonraki dönemde orası uzun süre boş kaldı.

1927 – İsmail Kağıtçıbaşı, Cemal Duraner ve Aktar Fatih Kurşun

Biz rahmetli annem Rayegan Hanım’ın Nalbantoğlu’ndaki evine taşınmışız. Annem Gürsulu, köklü bir aileden gelen Hacı Suat Hanım ile Hacı Ali Bey’in kızıydı. Her ikisi de dinine çok bağlı; aynı zamanda da çok aydın kimselerdi. O dönemde aileler kızlarını okutmaz veya sadece Kuran kurslarına göndermekle yetinirken; annemi Malhatun Merkez Numune Kız Mektebi’ne göndermişler. Annem ortaokulu orada okumuş. Okulda, Fransızca ve ut çalmasını öğrenmiş. Yani geleneklerine göreneklerine bağlı bir aileden gelmesine rağmen, modern yaşama intikap etmiş birisiydi. Çok okuyan bir hanımefendiydi. Yeni çıkan tüm eserleri mutlaka okumak isterdi.

1940 – Ergun Kağıtçıbaşı’nın Sünnet Töreni

Annem de üç kardeşti. İki kız kardeş, bir erkek kardeş var. Kız kardeşlerden bir tanesi eski Adliye binasının karşı köşesinde, bir erkek kardeşi Nalbantoğlu mahallesinde, Basak Caddesi’nde Eroğlu Apartmanının olduğu yerde otururdu, oradaki Buski’nin tahsilât bürosuna denk gelen evde de biz otururduk. Hocaalizade Mektebi’nde İlkokulu okudum. Biz o okula Kırmızı Tuğlalı Mektep derdik. Daha sonra Atatürk İlkokulu, 1. İlkokul gibi isimler aldı. Benim bir tane kaniş cinsi köpeğim vardı. Benimle birlikte okula gelir; beni okula bırakır ve geri dönerdi. O zamanlar okul tam gündü. Siyah önlük, beyaz yaka takardık. Silgilerimizi de kaybolmasın diye ortasından deler, bir iple boynumuza asardık. Bizim zamanımızda okulun yanından bir dere akardı. Temiz, pırıl pırıl bir suydu. Biz öğle paydoslarında; derenin içine taşlardan bir set yapar; suyun toplanmasını sağlardık ve dereye girerdik. İç çamaşırlarımız falan ıslanırdı. Onları güneşte kuruturduk. Evde de bir sürü azar işitirdik. İlkokul böyle geçti. Ama bunların olduğu yıllar yani II. Dünya Savaşı dönemi, Türkiye’ye büyük sıkıntılarla yansıdı. Türkiye milli mücadeleden yeni çıkmış, fakir haline rağmen kuvvetli bir ordu beslemek zorunda kaldı. Halk zaten fakirdi. Ticaret, sanayi, turizm bu günkü gibi gelişmiş değildi. Herkes kendine yetecek kadar kazanır ve onunla geçimini sağlardı. Ben okula giderken rahmetli annemin bana gıdasız kalmayayım, şeker ihtiyacımı temin edebileyim diye, şeker bulunamadığı için kuru üzümle çay içirdiğini hatırlarım. Varlıklı bir aile olmamıza rağmen şeker bulup alamazdık. Nüfus cüzdanlarımıza ekmek alınca mühür basılırdı. Yani başka bir fırından ikinciye ekmek alamayalım diye. Giyimlerimiz, kuşamlarımız bugünkü gibi değildi. Mesela çoraplarımızı yamalayıp giyerdik. Zengin, fakir fark etmiyordu. Ben liseye giderken; benden 13 yaş büyük abimin ceketini bana verdiler. Eski bir ceket olmasına rağmen, eskiden memurların taktığı siyah kolluklardan taktığımı hatırlarım. Ceketin kolları eskimesin diye. Kalemler küçücük kalsa da atılmazdı. Kamış denen bir şeye geçirilip uzatılarak yine kullanılırdı. Ortaokula Tahtakale’deki 2.Ortaokul’da devam ettim. Oda evimize yakındı. Sonra liseyi Erkek Lisesi’ne başladım. Fakat birinci seneden sonra ağabeyimin yanına Haydarpaşa Lisesi’ne yatılı olarak gittim. İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ne devam ettim. Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra askerliğimi Ankara’da yaptım. Bursa’ya döndüm. Çok kısa avukatlık denemem oldu. Ancak yapamayacağımı anlayınca; müfettiş imtihanlarına hazırlanırken; Sanayi Bölgesi’ne müdür arıyoruz diye BTSO’nın bir ilanını gördüm. Müracaat ettim ve kabul edildim. Ancak o sırada BTSO’nın genel sekreteri Kamuran Bey rahatsızlandı. Sonra beni BTSO’na genel sekreter yardımcısı olarak almayı teklif ettiler. Böylece 1 Şubat 1964 BTSO’da göreve başladım. 6 ay sonra genel sekreter oldum ve 33 sene bu görevi sürdürdüm. Bu bir Türkiye rekoru, hatta Avrupa rekoru oldu. Siyasi iktidarların değişmesi beni etkilemedi. O sırada Organize Sanayi Bölgesi çalışmaları başladı.

BTSO’da Toplantı

Bu bölge Türkiye’deki tüm bölgelere örnek teşkil etmiştir. Çok büyük sıkıntılar çektik tabi. Her şey bizim için ilkti. Organize Sanayi Bölgesi nedir, neler yapar, nasıl yönetilir? Hiç biri hakkında malumat sahibi değildik. Sonra İngiltere’ye gittim. Orada organize sanayi bölgesi nedir, nasıl yönetilir, onu gördüm ve döndüğümde bir rapor hazırladım. 1996 yılında, 33 yıl hizmetten sonra kendi isteğimle emekli oldum. Ramazan’da sahur sofrasına kravatla oturduğumu hatırlıyorum. İşten daha yeni gelmişim; kravatımı çıkarmadan hemen sofraya otururdum, birkaç saat uyuduktan sonra; memurlar “patron bizden sonra işe geliyor” demesin diye sabah 8.00’de işe giderdim. Öyle yoğun çalışıyordum. Emekli olduktan sonra da Çimento Fabrikası’nın yönetim kurulunda görev aldım. Bir müddet sonra yönetim kurulu başkanlığı yapmaya başladım ve halen devam ediyorum. Bir yandan da kitap çalışmalarıma devam ediyorum.

1940’lar, Geçit Piknik Hatırası.

Benim çocukluk ve gençlik yıllarımda şimdikine benzemeyen fevkalade bir komşuluk ilişkisi vardı. Yani ölüne, dirine sahip çıkan bir komşuluk münasebeti. Senin kederine ve sevincine ortak olan; başın sıkıştığında kapısını çalacağın bir ilişki türü vardı. Kapıların üstünde ipler vardı; ipi çeker girerdin içeriye. Hırsızlık, uğursuzluk, itlik, kopukluk, terör öyle şeyler akla dahi gelmezdi. Kimsenin karısına kızına yan gözle bakılmaz, herkes kendi ahlak anlayışı içinde; törelerine, dinine bağlı bir şekilde yaşamlarını sürdürürlerdi. Bu komşuluk ilişkisinde gerek mahalle yaşamında, gerekse çarşı yaşamında aynıydı. Babamlar çarşıda komşuları siftah etmediyse, müşteriyi ona yönlendirirlerdi. Babamın dükkân komşusu Aktar Kemal Bey’e “Ya, Kemal Bey’ciğim senedimiz var; 300 liran var mı?”. “Var, Şekip Ağabey” der, hemen çıkartıp verirdi. Aynı şekilde o da babamdan isterdi.

1940’lar, Geçit Piknik Hatırası

Annemin yaşlılığında, benim işimin olduğu veya rahatsız olduğum dönemlerde; komşular pazara giderken kapıyı çalar; “Rayegan Hanım, pazardan istediğin bir şey var mı?”diye sorarlardı. Annemde ne lazımsa söyler, gelirken anneme getirirlerdi. Harç, borç, düğün, dernekte katiyen yalnız bırakmazlardı. Tabi o çok güzel bir yaşam güvencesi verirdi insana. Şimdi komşuların ne çocuklarını bilirim, ne torunlarını bilirim.

Çekirge Havuzlupark

Onlarda ne benim kızımdan haberdardır, ne de benim yazdığım kitaptan haberdardır. Kenar semtlerde bu komşuluk sanıyorum hala devam ediyor. Ancak çok katlı binalarda bu ilişkiler neredeyse bitti veya hızla bitiyor. Eskiden maddi sıkıntın varsa mahalleli toplanır destek olurdu. Herkes birbirine saygı çerçevesinde hareket ederdi. Bazen toptan alışveriş yapıldığında; çarşıdan sırtında köfünle hamal tutulurdu. İçinde ne olduğu gözükmesin diye köfünün üstü örtülürdü. Alan var, alamayan var diye. Ya da zembillerle taşınırdı.

1947 – Şefik Bey, Büyük Oğlu Lütfü, Eşi Reyegan Hanım, Küçük Oğlu Ergun

Cenazelerde bir hafta boyunca cenaze evine yemek giderdi. Bunların kalpleri kırık, gönülleri dökük yemekle uğraşacak vakitleri yoktur. Cenazesi olsa da insanlar aç duramaz deyin komşular yemek götürürdü. Düğünlerde de aynı coşkuyu tüm mahalleli yaşar, onları yalnız bırakmazlardı. Gerek evlilik düğünlerinde, gerekse sünnet düğünlerinde tüm mahalleli seferber olurdu. Komşuluk ilişkileri böyleydi.
Komşularınız kimlerdi derseniz; Nalbantoğlu’ndaki evler apartman olmadan önce kimler yaşıyordu diye düşününce Fakiha Hanım, terzi Halil Beyler, Naciye Hanımlar beşer kişiden 15 kişi yaşarken şimdi 164 dairelik apartmanlar olmuş. Muazzam bir kalabalıklaşma. Sokağımız Kafkas Pastanesi’nin oradan yukarı doğru çıkan caddedir. Kız Lisesi duvarının başladığı yerdeydi evimiz. Karşıda şu anda Petek Apartmanın olduğu yerde Fakiha Odman otururdu. Annesi Naciye Hanımdı. Kendisi kız lisesinde edebiyat öğretmeniydi. O zamana göre çok modern giyinen, sevecen bir hanımefendiydi. Annem kitap okumayı çok severdi; Fakiha Hanım O’na kitaplar getirirdi. Öyle bir ilişkileri vardı. Evlerine iki taraftan merdivenle çıkılırdı. Bahçelerinde erik ağaçları vardı. Biz çocukken bahçelerinden erik çalar, ceplerimize doldururduk. Fakiha Hanım hiç sesini çıkarmazdı. Onun altında Naciye Hanım otururdu. Naciye Hanım’ın bir oğlu vardı Camcı Kemal. Daha üstte Kız Lisesi’ne doğru çıkarken benim ilkokuldan öğretmenim, Süreyya öğretmen oturuyordu. Sonra bizden aşağı inerken sol tarafta bir ara Buhanettin Ersözler oturdu. Çocuklarıyla ben arkadaşlık ederdim. Onun altında rahmetli Sait Kağıtçıbaşı otururdu.
Okuldan gelince kâğıttan iple bağladığımız toplarla oynardık. Gazoz kapakları biriktirir, ceplerimiz gazoz kapağı dolardı. Bilya, milya, döndürek, çember çevirme, çelik çomak oynadığımız diğer oyunlardı. Kışın bir kızağımız olurdu. Şayet kızağın altına iyi kaysın diye demir parçası koyduksak; o lüks kızak sayılırdı. Kızağı olmayan da merdivenle kayardı. Sonra telden arabalar vardı. Ayakta kullanılırdı. Tahta arabalar, uçurtma vardı. Ben Atatürk caddesinde uçurtma uçurduğumu hatırlarım. Demek trafikte ona göreymiş. Mahalle aralarında top, uzuneşek, birdirbir oynardık.
Şehirde elektrik vardı ama Gürsu’ya annemin yerlerine bakmaya gittiğimizde lambalar yanardı; elektrik yoktu. Bizim eve radyo 1940 yılında geldiğini hatırlarım. Çok büyük bir olaydı. Siemens bir radyoydu; hala saklarım. Çok kıymetliydi; annem ona toz gelmesin diye işlemeli bir örtü örterdi. Üzerine de bir vazo konurdu. O evin en kıymetli eşyasıydı. Eskiden buzdolapları yoktu. Mutfaklarda tel dolaplar vardı. Önce amcamlar buzdolabı almışlardı. Et kokacak gibiyse annem amcamların buzdolabına gönderirdi. Eve çok sonra buzdolabı geldi. Akşamları evde oturulur, radyo dinlenirdi.

İsmail Bey (1874 – 1934)

Radyoda haberler çok önemliydi çünkü ikinci Dünya Savaşı devam ediyordu. Bu birinci gündem maddesiydi. Bir diğer gündem maddesi de; 1950’li yıllarda Demokrat Parti kurulunca çok partili siyaset hayatı başladı. Sen İsmet Paşa’cısın, ben Celal Bayar’cıyım meseleleri görüşülür oldu. Radyolarda, radyo tiyatroları olurdu. Şimdiki diziler gibi o radyo tiyatroları takip edilirdi. Bunun dışında geceleri aileler birbirlerine giderlerdi. Çay, kahve içilir, o günün aktüalitesi neyse o konuşulur, çocuklar bir yerde oynarlardı. Bazen bu görüşmeler yemekli olurdu. Haftanın birkaç günü komşu ziyaretleri olurdu. Çok ta yakınsanız, teklifsizseniz, samimiyseniz haber vermeden bile gidilirdi. Bazen de yazlık sinemalar çok revaçtaydı; sinemaya gidilirdi. Bahçe sinemalarında çekirdek çitletilir, gazoz içilir, frigo yenirdi. Ya filimden önce, ya da filimden sonra Muhallebici Nezir’e veya Şaban Sirkeci’ye gidilir; muhallebi, keşkül, sütlaç, kazandibi, dondurma yenir, çay içilirdi. Bu lüks sayılırdı. Caddeden kuş uçmaz, kervan geçmezdi. Toplam on bir belediye otobüsü vardı. İki tane Çakırhamam’ın oradan da Çekirge’ye dolmuş vardı. Yollar bomboştu. Bazen gelin hamamından dönen kadınlar, ellerinde darbuka ve deflerle kafileler halinde giderlerdi. Bütün evlerde dut, manolya, erik ağaçları vardı. Kuş seslerinden geçilmezdi.

1983 – Ergun Bey, Annesi Reyegan Hanım ve Ağabeyi Lütfü Bey

Rahmetli babam Demokrat Parti’nin kurucularındandı. Celal Bayar akrabamız olurdu. Babamlar hararetli bir şekilde arkadaşlarıyla parti işlerini konuşurdu. Caddenin başında da yani Kafkas pastanesinin karşı köşesinde Cemal Arslanoğlu’nun tekel bayii vardı. Küçük şişe rakılar vardı Fahrettin Kerim derlerdi; rahmetli babam rakısını alır; ama rakı elde taşınmazdı, paltonun iç cebine sarkıtırlardı. Arkadaşlarıyla birlikte yokuşu biraz çıkarlar dururlar. Ya şefik abi Celal Bayar beyanatında şöyle demiş, Adnan Menderes böyle yapmış diye sohbet ederlerdi. Ben derdim ki bunlar beş adım atıyor duruyor on adım atıyor duruyor. Meğer nefeslenirlermiş. Birbirlerine çok saygılıydılar. Mutlaka fötr şapka ve kravat vardı. O elbiseler fakirliğe rağmen temiz ve ütülü olurdu.

Zamanın Başbakanı Turgut Özal ve Ergun Kağıtçıbaşı

Akşamüstü Atatürk Caddesi buluşma yeriydi. Mahfel, Ulucami arası yürüyüşler yapılırdı. Herkes mutlaka her karşılaştığı ile selamlaşırdı. İşte o sırada beğendiğimiz kızları görmek ümidiyle ara sokaklara girerdik. Uzaktan görüvermek bile bir heyecan verirdi. Okulların şapkaları vardı. Ticaret lisesinin kırmızı, erkek lisesinin sarı, sanat okullarının ise yeşildi şeritleri. Nedense o şapkaları giymeyi sevmezdik. Kızlar da o şapkaları geriye attırır ve önden kahküllerini çıkarırlardı. Atatürk caddesinde benzin istasyonu vardı. Halk evine gidilirdi. Orada spor yapılırdı. Dinarlı Mehmet Pehlivan güreş öğretirdi.

Annesi Reyegan Hanımla Ergun Kağıtçıbaşı

Düğünlerde, derneklerde hamamlar kapatılırdı. Kadınlar o hamamlara giderler, orada alemler yapılırdı. Lohusada mutlaka lohusa şerbeti kaynatılır; kışsa sıcak, yazsa buzlu ikram edilirdi.

Atatürk Caddesi’nde Cumhuriyet’in 14. Yıldönümü Kutlanırken

Annem Yunan işgali döneminde genç bir kadın ve Atatürk Caddesi’nde şu anda Evkur’un olduğu binada oturuyorlarmış. Yanında da Yunan işgal kuvvetlerinin karargâhı varmış. O zamanlar çamaşırlar teknede yıkanıyormuş. Kadınlar çamaşır yıkarken eteklerini kaldırıp otururlarmış ve Yunan askerlerinin yan binanın balkonundan onlara baktıklarını fark ediyor. O günden sonra bir daha bahçede çamaşır yıkayamamışlar. Dedem ittihat terakkici olarak püsküllülerle beraber yani milli mücadelenin sivil kuvvetleri ile beraber akşamları evde gizli toplantılar yapmışlar. Annemler gizli gizli evde Türk bayrakları dikiyorlardı.

Şefik Bey (1894 – 1954)

SİBEL GÖK tarafından 12.10.2010 tarihinde görüşülmüştür.

ARAMA YAP