Emel Çıksalın ile sözlü tarih görüşmesi

1940 yılında doğdum. Ailem, 1938 yılında Bulgaristan’dan gelmiş. Annem, Şükrünaz Filibe’nin bir köyünden, babam da Tatarpazarcık kasabasındandır. Dünürler vasıtasıyla evlenmişler ve 1938 senesinde Bursa’da İsmail Hakkı Tekkesi’nde bir göz odaya taşınmışlar. Daha sonra 1941 yılında Nalbantoğlu Mahallesi Kocaoğlu Sokak’a geldik. Bu ev biri küçük diğeri çok büyük iki bölümden oluşuyordu. Çok dar bir aralıktaydı. Karşı evle çatılarımız birbirine değiyordu. Bu oturduğumuz ev, Bursa’nın meşhur terzileri Münevver hanımlara aitmiş. Onlar büyük tarafta, biz küçük tarafta oturuyorduk. Onlar, İstanbul’a taşınınca büyük tarafa biz geçtik. Evimiz büyük üç kapılı bir evdi. Küçük tarafa da babam vesile olur; hep kimsesiz yaşlılara kiraya verdirirdi. Bitişiğimizde eczanede kalfalık yapan Sebahattin Bey’ler otururdu; yanlarında leblebiciler, Sadık amca ve Mihriye Hanım Teyze, Hacı Süleyman’lar, en son köşede Samanlılar otururdu. Sonra orda ileride büyük bir ev vardı; orası koza deposuydu. Şimdi o evin olduğu yer Kağan Mağazası oldu. Karşı sıramızda da şu anki Nalbantoğlu Apartmanı’nın olduğu yerde Ebe anneler derdik; Yağcı Ali Bey’ler otururdu. Onun yanında da Baytarlar diye anılan bir aile otururdu.

Annem kestane kabağını kabuklarıyla el kadar doğrar; fırına verirdi. Çıkarınca sıcakken üzerlerine pekmez döker; ceviz sepelerdi. Bir de yanına lokma dökerdi. Komşuları gece oturmaya çağırırdı. Yanına da çay demlenirdi. Aman ne muhabbet ne muhabbet… Herhalde babam da o günlerde şehir dışına çakırdı ki komşular gece bize gelebilirlerdi. Ama bu Kocaoğlu Sokak’ta otururken yaptığımız bir şeydi. Buraya taşındıktan sonra böyle şeyler olmadı.

1952 – Nalbantoğlu Taşkapı Sokak’ta Çıksalın’ların Evinin Eski Hali

1952 yılında da Taşkapı Sokak’taki bu evimizi aldık. Evimiz aslında bitişik komşumuz Uslular’ın kâhyasının kaldığı bir evmiş. Onların at arabaları ve atları şu anki evimizin arka tarafında durur; ön tarafta da kâhya otururmuş.

Nalbantoğlu Mahallesi’nin kuruluşu Yıldırım Beyazıt dönemine rastlar. Yıldırım Beyazıt Ulucami’yi yaptırırken inşaatta kullanılan atlar için nalbant başını getirtir. Bu nalbant başı bizim buraya çadırlar kurarak elemanlarıyla birlikte yerleşir. Zamanla o çadırlar eve dönüştü. Rahmetli abimin hafriyat makinesi vardı. Bizim yanımızdaki müezzin evinin yanındaki apartmanlar yapılırken orasının hafriyat işini abim yapmıştı. Oradan aşağı yukarı 10 m derinde muazzam yanık kiremitleri çıktı. Demek ki oraları bir yangın geçirmiş. Sonra bizim bu yolda çok iskelet çıktı.

Katlı otoparka giderken, bir manolya ağacı vardır. Nalbantoğlu Camisinin aşağısında. Nalbant Sultan’ın o manolya ağacının altında yattığı söylenir. O evin içindeydi; manolya ağacı. Ender Uzer çok uğraştı sağ olsun ve o ağacı tescilledi. Biz çocukken de yaramazlık yaptığımızda; “Nalbant Sultan’ı rahatsız ediyorsunuz. Gece yatınca hepinizi rahatsız edecek” derlerdi. İşte Nalbant Sultan’ın mezarının orası olduğunu söylerler ama hiç benim hatırladığım bir türbe görüntüsü yoktu.

1962 – Salim Nalbur, Arif, Mücahit, Şerif Çıksalın ve Osman Taşkapı Sokak’ta Hacıkurtlar’a Ait Konağın Kapısında

Bizim arkamız eskiden çok büyük bahçelerdi. Carfoursa’nın olduğu yer anneannemlerin eviydi. Şehrin içinde 635 m2 bir evdi. Onların önünde küçük küçük evler vardı. Onların evinden sonra direk caddeye çıkılıyordu. Oradaki evlerin de bahçelerinde kameriyeleri vardı. Bahçe duvarları yüksekti. Yunan işgali döneminde Yunanlı askerler bu bahçe duvarlarından hep bahçelere atlarlarmış. Ev halkı hep bir korku içinde yaşarmış. O yüzden evin erkekleri bütün gece nöbet tutarlarmış ve ışık yakarlarmış. Anneannemlerin evinin bahçesinde de çok güzel bir kameriye; önünde de fıskiyesi vardı. O bahçe duvarlarında hep Yunan askerlerini gezerken görürlermiş. Anneannemlerin lakabı Alkoçlar’dı. Soyadı olarak da Alkoçlar soyadını almışlar. Onlar 1936 senesinde Yunanistan’dan Bursa’ya göç etmişler.

Bu evde eskiden Gönül Hanım adında bir ahbabımın anneannesi otururmuş. Gönül Hanım’ın bana anlattığına göre yine bu işgal döneminde taşlıkta masada anneannesinin annesi fasulye ayıklıyormuş. Hanımın yanında da küçük oğlu varmış. Büyük iki oğlu varmış ama gençleri uzakta tutuyorlarmış. Evde silahları tavan arasında saklıyorlarmış. Küçük çocuk, silahların yerini gizlice öğrenmiş. Yine hanım masada fasulye ayıklarken masada da bir tabak arkadaki bahçeden toplanmış erik duruyormuş. Kapı çalmış, bakmışlar güzel Türkçe konuşan iki tane Yunan askeri. “Biz bu evde silah araması yapacağız” demişler. Baba boşuna arayacaksınız evde hiç silah yok. Sizin iki oğlunuz varmış; “nerede onlar” diye sormuşlar. “Valla kaç gündür kayıplar; biz de haber alamıyoruz çok merak içerisindeyiz. Bu küçük oğlum, eşim, bir de kızım var” demiş. Askerle, “yok biz söze inanmayız; illa ki arayacağız” demişler. O sırada küçük çocuk kaşlarını yukarı kaldırıp; silahların yerini işaret ediyormuş. Annesi bunu görmüş. Diğer iki oğlunu ve kocasını kurtarmak için küçük oğlunu feda etmiş ve masadaki erikleri küçük çocuğun ağzına teperek oğlunun konuşmasına mani olmuş. Elini de erikleri çıkartamasın diye ağzında tutuyormuş. Neyse ki Yunan askerleri ikna olup biran önce gitmişler de çocuğu ters çevirip ağzındaki erikleri çıkartmışlar. Yoksa çocuk neredeyse ölecekmiş. O zamanlar insanlar, o kadar çok şey yaşamışlar ki bunların çoğunu bilmiyoruz. Bu kadın “Yunan askerleri silahları bulursa hem iki oğlumu, hem de kocamı götürecekler; en küçüğünü feda etmeliyim” diye düşünmüş!

Evimizin ikinci katında bir odada tavanda bir çıkıntı vardı. O çıkıntıyı kırdırıp duvarı düzletmek istedim. Duvarı kırarken yere bir paket düştü. Paketin içinden üçgen şeklinde ucu iyice sivriltilmiş cam parçaları ve kiremitler ile bir tane bıçak çıktı. Cam ve kiremitler o kadar inceltilmişlerdi ki; dokunduğunuzda mutlaka zarar verirdi. Benim tahminime göre onları oraya olası bir tehlikede korunabilmek için koymuşlardı.

Eskiden camilere bakan; camileri temizleyen kadınlara “cami bacısı” derlerdi. Bizim bu caminin bir tane müezzin evi, bir tane imam evi, bir tane de bacının evi vardı. Bu bacı anlatırdı. Bizim evimizin üçgen yüksek bir çatısı vardı. Yunanın Bursa’dan kaçışını bizim evin çatısından izlemişler. Tabi direk insanları görememişler ama bir karartı şeklinde onların şehri terk edişlerini görmüşler.

1962 – Taşkapı Sokak Hacıkurlar’ın Eski Evlerin Önü, Ayakta Yorgancı Cahit, Salim Nalbur, Oturan Şerif Çıksalın

Mahallemizde kimse kimseye haber vermeden çat kapı gitmez. Gelen kiracılar da buna uyardı. Mahalle hep yerliydi. Gelen kiracılarda 15-20 sene otururdu. Çocuklar haber vermek için gönderilir. Müsaitse buyurun gelin; değilse de bir mazeret bildirilirdi. Asla habersiz kimseye gidilmezdi.

Yıllar önce bizim sokağa Ağrı’dan bir subay ve eşi Birsen taşınmıştı. Birsen, hep günün birinde Nalbantoğlu’nda otursam diye dua edermiş. Babaannesi Tahtakale’de oturuyormuş. Geldiğinde ne olursun babaannecim beni Nalbantoğlu’na götür dermiş. Bir gün bunlar, yine babaannelerini ziyarete geldiklerinde konu komşu “hoş geldin” demeye gelmişler. Mahallede de kimseyle çok sohbet etmeyen; çok ziyaretlere katılmayan bir hanım otururmuş. Onu da nezaketen davet etmişler, o da gelmiş. Ama ne ikramlardan doğru düzgün yemiş; ne de doğru düzgün bir sohbete karışmış. Biraz oturup gitmiş. Kadının arkasından komşular buna bakın kendini Nalbantoğlu’nda oturuyor zannediyor demişler. Ama gerçekten genel intiba böyleydi. Mahallemizin zengini çoktu. Yemeni bağlarlar; üzerine de pırlanta takarlar, ayaklarına lastik mes giyerlerdi. Öylelerini hatırlıyorum. Onlar çok zenginlerdi. Hala mahallemizde arayın bir tane yardım edecek kimseyi göremezsiniz. Genelde varlıklı insanlar otururlar. Çok fakir de yoktur. Anormal zenginler de yoktur. Hiçbir taşkınlık yaşanmamış; münasebetler ölçülü, saygılı bir mahalledir.
İlkokulu Atatürk İlkokulu’nda okudum. Daha sonra Necatibey Kız Meslek Lisesi’ni bitirdim.

Düğünler, önce gelin hamamıyla başlardı. Ertesi gün kına yapılır; Pazar günü de gelin alma olurdu. Pazartesi öğleden sonrada hanımlara paça eğlencesi yapılırdı. Kadınlar ve erkekler hep ayrı olurlardı. 1955 yılından sonra erkeklerle karışık düğünler başladı. Düğünler, genelde evlerde olurdu. Çok zenginler Merinos, Çelik Palas’ta düğün yaparlardı. Damat tıraşını hiç hatırlamıyorum. Kınalara çengiler gelirdi. Meşhur çengimiz Mürvet’ti. Elinde zillerle oynardı. Kadınlar çengiye para takarlardı. Para takmayanlar avuçla bozuk para atarlardı.

Doğum geleneklerine örnek olabilecek şöyle bir anımı paylaşmak istiyorum. Kardeşim dünyaya geldiğinde ben 4,5 yaşındaydım. Sabaha karşı kardeşim dünyaya gelmiş. Beni giydirdiler; omzuma da kırmızı bir kurdele iliştirdiler. Bana dedikler ki “şimdi sırayla komşulara gideceksin bir erkek kardeşin olduğunu söyleyeceksin”. Ben de gittim; komşuların kapılarını çaldım “Annemin selamı var. Benim dün akşam bir erkek kardeşim dünyaya geldi.” “Ya öyle mi yavrum” dediler elime para sıkıştırdılar. Benim bir hoşuma gitti. Bütün komşuları dolaştım iki avucumun içi de para doldu. Eve geldim anneannemle teyzem “ne bu paralar” dediler. “Kardeşim oldu deyince bana bu paraları verdiler” dedim hemen annemin yanına koştum. Annem de hala yatağında acı çekiyor. “Annecim bak kardeşim oldu deyince bana bir sürü para verdiler. Çok hoşuma gitti. Anne bir daha ne zaman doğuracaksın” dedim. Ben öyle deyince ağzıma bir tokat… Daha annemin ağrıları devam ederken benim söylediklerim pek hoşuna gitmedi.

1962 – Taşkapı Sokak’ta Hacıkurtlar’ın Konağın Önünde Şerif Çıksalın Arkadaşı ile

 

Taşkapı Sokakta fırına bitişik Rıza Beyler Mesenes çiftliğinin sahipleri otururdu. Onların da bir erkek uşakları vardı. Şimdi o evin olduğu yere 15 dairelik apartman yapıldı. Haşime Hanım teyze, tek başına otururdu. Onun da yanında Hacı Kurtlar otururdu. Çok büyük,19 odalı muhteşem bir evdi. O evde 5 kişi otururdu. Hacı Kurt, zamanında boza satarmış sokaklarda. Sonra havlucuk yapmaya başlamış. İşlerini büyütmüş ve bu evi almış. Şimdi oraya 29 dairelik bir apartman yapıldı. Bence o ev, Bursa’nın en büyük evlerinden birisiydi. Hacı Kurtlar’dan önce orada Mısırlı Raif Paşa’lar otururlarmış. Ruhiye adında bir ablamız vardı; o anlatırdı. Bu Raif Paşa’ların mahalleye taşınmaları olay olmuş. Eşyaları gemiyle Mudanya’ya gelmiş; Mudanya’dan da ata arabalarıyla eve taşınmış. Ruhiye abla o zamanlar 11-12 yaşlarındaymış. O anlatırdı: Bütün gece o at arabalarının tıkırtısı devam etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra annesi Ruhiye ablayı yeni taşınan komşuların evine göndermiş. Ruhiye ablalar da bu evin tam karşısındaki evde otururlardı. Babası Şuayip beyin Osmaniye adında bir oteli vardı. Ruhiye ablanın annesi bir gün çığlıklar, bağrışlar duyuyor. Ruhiye ablaya da “Git bak bakalım ne oluyor. Bir ihtiyaçları mı var” diyor. Önce çekiniyor Ruhiye abla. Onlar Arap; Türkçe bilmiyorlarsa diye çekiniyor. Neyse Ruhiye abla gidiyor konağın kapısını çalıyor. Kapıyı önünde önlük, başında boneyle şişko bir Arap Bacı açıyor. “Buyur yavrum kimi istedin” derken arkadan çok güzel giyimli, mücevherler takmış 2-3 tane hanım çıkmış. “Hoş geldin yavrum, söyle bakalım ne istiyorsun” demiş. Ruhiye abla da önce kendini tanıtmış; sonra da “Beni annem gönderdi. Buradan ağlama sesleri geldi de merak etti. Yapabileceği bir şey var mı diye soruyor ” demiş. O güzel hanımefendi “Ah yavrum annene selam söyle. En kısa zamanda görüşelim. Bizim üzüntümüz çok büyük. Bu kuş kafesi kadar eve nasıl sığacağız diye ağlıyoruz” demiş. Sığamayacağız dedikleri ev 19 odalı belki de Bursa’nın en büyük evlerinden birisiydi. Onlardan sonra o eve Hacı Kurt ve eşi Kaniye Hanım teyze taşınmışlar. Daha sonra orası uzun yıllar kız talebe yurdu olarak kullanıldı. Yaklaşık 30-40 yıl öncede yıkıldı.

Babam Pirinç Han’da zeytinyağı ticareti yapardı. 95 yaşına kadar yaşadı. Pirinç Hanı 20 sene restore edeceğiz diye kapadılar. Çok sıkıntılı ve zor günler geçirdik.

Bizim gençliğimizde, Dağcılık Kulübü vardı. Şu anki Şefik Bursalı Sanat Galerisi’nin üstündeydi. Her gece 24.00’e kadar alafranga müzik çalarlardı. Arada bir gidebilirsem; arkadaşlarımla oraya giderdim. Çok güzel eğlenirdik.

Bizim mahallede kimse kimseye âşık olup evlenmedi. Mahalledeki bütün çocuklar kardeş gibi büyüdüler. Asla birbirlerine yan gözle bakmazlardı. Kız erkek hep beraber gezerlerdi. Ama asla o tür düşünceler olmazdı.

Enstitüde çok ileri görüşlü Türkçe öğretmenimiz, müzik ve beden hocalarımız vardı. Ferhunde Hanım, Saime Hanım ve Türkçe öğretmenimiz Zehra Topçugil çok muhteşem doktorlardı. Çok ileri görüşlü insanlardı. Bize, kitap okuma alışkanlığını, onlar aşıladılar. Çok aydın kişilerdi.

Atatürk İlkokulunda, Remziye Hoca Hanım ve Mühibbe Hoca Hanım öğretmenlerimdi. Remziye Hoca Hanım 1952 yıllarında paraşütle atlayan bir hanımdı. Müdürümüz de Sakin Benker çok otoriter bir adamdı.

Hacı tehniyeleri yapılırdı. Yeni gelinler, genç kızlar çeşit çeşit kıyafetler giyerlerdi. Bana çok tuhaf gelmişti. Büyük bir yemek masasına zemzem, hurma, yüzük, incik boncuk konurdu. O kızlar gelen gidene ikramda bulunurdu. Kadınlar bazen kız bakmaya giderlerdi. 2-3 gün sürdüğünü hatırlıyorum.

Ramazanlarda hazırlık yapıldığını hatırlamıyorum; ama kış hazırlığı çok olurdu. Annem; turşu, çeşit çeşit reçel yapar koyardı.

Ankara yolunda Hacivat Çiftliği vardı. Onların evleri de Nalbantoğlu’nda Kadınca mağazasının olduğu binadan başlardı; ara sokak ve ondan sonraki gelen apartman bir evdi. O kafelerin olduğu sokak onların bahçesiydi. Diğer taraftaki evler de onların ahırlarıydı. Caddeye doğru sadece bir ev vardı.

Onların karşısında Sabuniş’lerin apartmanı vardı. Onun yukarıya doğru yanı; yani şu anki Eser-Kirazlı İş Merkezi’nin olduğu yerde Güven Otel’i vardı. Otelden sonra orası ortaokul oldu. Bu Sabuniş’lerin apartmanı yapılırken kazılan temelde hep kum çıkmış. Bu yüzden eskiden Gökdere’nin kolunun birinin hep oradan aktığı söylenirdi.

05.08.2010 tarihinde Sibel Gök tarafından görüşülmüştür.

 

ARAMA YAP