Balkanlar, Savaş ve Göç

Nedim İPEK*

Yurdunu terke zorlanmış bir göç kafilesi

 

Giriş

19. yüzyılın başlarında Rumeli’deki nüfusun yaklaşık % 38’i Müslümandır. Yüzyılın ikinci yarısında Kafkaslar ve Kırım’dan gelen Müslüman göçmenlerin bir kısmı Balkan toraklarına yerleştirilir. Balkanlardaki gayrimüslim nüfus çalışmak amacıyla başka ülkelere göç eder. Bu hareketlenmeler sonucu Balkanlardaki Müslümanların genel nüfus içerisindeki payı 1870’lerde %43’e çıkar.

19. yüzyılda Balkanlarda meydana gelen nüfus hareketleri incelendiğinde iki temel gelişim ve özellikle karşılaşılır. 1829 ve 1860’lı yıllarda Balkanlardan Kırım ve Kafkaslara yönelik Rum ve Bulgar göçlerinde gidilen yerlerin çekiciliği etken olmuştur. Keza çekicilik faktörü Balkan topluluklarının Amerika’ya yönelik göçlerini de tetiklemiştir. Kafkaslardan ve Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçlerde ise ana etken göçlerin gerçekleştiği dönemlerde Kafkas ve Balkan coğrafyasının göç edenler için itici hale gelmesidir. Anadolu Türk ve Müslüman göçmenlere göç edilecek yerin belirlenmesinde çekici rol üstlenmiştir.

Türk toplulukları gerek İslamiyet öncesi ve gerekse İslamî dönemde gelenek ve göreneklerini yaşatabildikleri coğrafyayı vatan bilmişlerdir. Öz değerlerini yaşatma konusunda sıkıntıya düşünce mücadele bayrağı açmışlar, ancak başarılı olamadıkları zaman göç etmeyi göze almışlardır. Belki de konar- göçer kökenden gelmesi mekân değiştirme ve yeni mekâna uyum sağlama becerisi ve özelliğine sahip olması da göç kararının alınmasını kolaylaştırmaktaydı. Aslında göç edilen yerler Türk gelenek göreneklerinin yaşatıldığı veya yaşanmasına elverişli yerlerdir.

Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçlerin sebeplerini bu bölgede ulus devlet kurma projelerinin geliştirilmesi ve tatbik edilmesi oluşturmaktadır. Bu politikalar 1828-1829 ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları ile uygulamaya kondu. Neticede söz konusu savaşların sonunda imza edilen Edirne ve Berlin antlaşmaları ile Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ devletleri kuruldu. Ulus devletlerin izledikleri etnik arındırma politikaları kitlesel göçlere sebebiyet verdi.

⦁ Doksanüç Harbi ve Göç

Ruslar Balkanlara kadar ayak bastıkları yerlerde bilhassa Kozak süvarileri ve Bulgar çeteleri vasıtasıyla pek çok Türk köyünü yakıp yıktılar. Türkleri kadın çocuk demeden öldürdüler. Türklerin silahlarını alıp Bulgarlara dağıttılar ve bilhassa rastladıkları Çerkesleri insafsızca katlettiler. Can ve mal emniyetini sağlamak hususunda çaresiz kalan askeri otoriteler, Müslüman ahaliyi silahlandırarak ocaklarını istilaya ve söz konusu tecavüzlere karşı korumayı tavsiye etmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Bu ortamda büyük bir dehşet ve korkuya kapılan Türkler, gayrimenkullerini terk edip göç etmek zorunda kaldılar. Göç hayatta kalmak için garantili bir yöntem değildi: Türkler göç yollarında da Rus askerleri, Bulgar çeteleri ve Kozak atlılarının planlı veya plansız saldırılarına maruz kaldılar. Bu saldırıların en meşhuru Ocak 1878’de Skobelef’in emrindeki Rus ve Kozak birliklerinin Harmanlı’da 20 bin arabalık bir göçmen kafilesine çocuk, kadın ayrımı yapmaksızın saldırması olayıdır. Saldırıdan kurtulmayı başaranlar soğuk ve açlıktan telef olur. Netice itibarıyla sadece bu olayda on binlerce Müslüman yaşamını kaybetti.

Ruslar işgal ettikleri sahada Bulgar idaresini kurmak ve Bulgar toplumunu teşkilatlandırmak amacıyla Prens Cerkasky’yi görevlendirdi. Çerkasky’nin politikaları ve uygulamaları işgal sahasındaki Türklerin kitlesel boyutta göç kervanına katılmasına sebebiyet verdi. Doksanüç Harbi ile Bulgaristan Devleti fiilen oluşturulmaya başlandı. Bu işle görevli Prens Çerkasky’nin karşısına çıkan en önemli engel Bulgaristan’ın kurulmasının plânlandığı sahada Bulgarların azınlıkta kalmasıydı. Çözüm Türk nüfusun yok edilmesinde bulundu. Bu siyaset, daha savaşın başında uygulamaya kondu. Türk halkı silâhsızlandırıldı. Bulgarlar silâhlandırıldı. Bulgar, Rus ve Kozaklar müştereken kitle imha harekâtı başlattılar. Bu politikaların sonucunda Müslümanların yüz binlercesi yok olurken hayatta kalabilenlerin de çoğu göçmen konumuna düştü.
Mülteciler Şumnu, Makedonya, Batı Trakya, Rodoplar ve İstanbul’a yığıldı. Savaş sonrası ocaklarına geri dönmeyi düşünmekteydiler. Bu düşünce tarihi tecrübeye uygundu. Zira daha önceki savaşlarda da işgal veya düşman korkusuyla ocaklarını terk ederek göç yollarına düşmüşlerdi. Savaş sonrası ocaklarına dönmesi beklenilen göçmenler mümkün mertebe Rumeli topraklarında yerleştirilmeye çalışıldı. Buralarda yerleştirilemeyenler zorunlu olarak Anadolu’daki vilayetlere sevk edildiler.
Berlin Antlaşması ile sözde Osmanlı Devleti’ne bağlı Bulgaristan Emareti kuruldu ve henüz göç etmeyen Türklere azınlık statüsü verildi. Bulgar Anayasası ile Türklere siyasî ve medenî haklar tanındı. Savaş esnasında gerçekleştirilen katliamlara ve göçlere rağmen yeni idarenin hâkimiyeti altında büyük bir Türk nüfusu bulunmaktaydı. Bu nüfusu yok etmek için dünya kamuoyuna rağmen açıktan kitle imha siyasetini sürdüremeyen Bulgaristan, Türkleri anayasa ile tanınan siyasî haklardan mahrum bırakmak, Müslüman topluma ait dinî ve vakıf eserlerini tahrip etmek, Türklerden daha fazla vergi tahsil etmek gibi baskı ve şiddet yöntemini kullanmaya başladı. Ancak şiddet kişiyi geçici olarak sindirebilmekteydi. Şiddete uğrayan kişi veya toplum millî özelliklerini telkin veya irsiyet yoluyla gelecek kuşaklara intikal ettirdiklerinden bu yolla kalıcı bir çözüme ulaşmak mümkün gözükmez. Tarihî tecrübe asimilasyon politikasının da kısa zamanda istenen sonucu vermediğini gösterir. Hele farklı bir dine mensup olan büyük bir kitleyi kısa bir zaman dilimi içinde eritmek mümkün değildir. Zira bir ülkenin etnik ve nüfus yapısı tarihin coğrafya üzerindeki tesirinin bir sonucudur. Bu gerçeği bilen Bulgar idaresi söz konusu baskı ve şiddet yöntemiyle henüz Bulgaristan’da bulunan Türk toplumunu Türkiye’ye göçürmek suretiyle yok etmeyi plânladı.
Bulgar idaresinin Bulgarları çoğunluk hale getirmek için izlediği bir diğer yol, komşu ülkelerin vatandaşı olan Bulgarları Bulgaristan’a göç etmeye teşvik etmekti. Ancak sınırlarını genişletmeyi plânladığı sahada yaşayan ve kendileriyle işbirliği yapmayı düşündüğü Bulgar nüfus söz konusu teşvik kapsamı dışındaydı. Yukarıda açıklanan politikalar sonucu Bulgaristan’da Türk nüfusun payı %40’lardan % 9,1’e kadar geriledi.

Bulgaristan dahilinde azınlık konumuna düşen Türklere andlaşma hükümlerine göre can ve mal güvencesinin yanı sıra din ve ibadet serbestiyeti tanınacak ve Bulgar kanunları Türklerin haklarına aykırı hükümler taşımayacaktı. Oysa Bulgaristan idaresi Ruslar geri çekilir çekilmez Türklerin yoğun olduğu yerlerde sıkıyönetim ilan ettiler. Öte yandan Bulgarlar Türklere karşı devlet terörü başlattılar. Her ne kadar ırk ve din ayrımı yapılmaksızın kişilerin birbirine eşit olduğu kanun güvencesine alınmış ise de, Türkler silahlı Bulgarların ve Jimnastik Cemiyeti üyelerinin saldırılarına uğramakta ve malları gasp edilmekteydi. Hatta 1879 Tırnova Anayasası ve Şarki Rumeli Vilayeti Dahili Nizamnamesi’nin tanıdığı haklara rağmen Türklere yaşama hak ve hürriyeti, medeni ve siyasi haklarını kullanma fırsatı, kamu hizmetine girme ve çeşitli meslekleri icra etme, dilediği yerde ikamet etme ve eğitim hakkı tanınmadı.
Başta Bulgaristan olmak üzere yeni kurulan idarelerin temel amacı göç etmiş veya henüz göç etmemiş olan Müslümanları yavaş yavaş bizar edip gayrimenkullerini ucuza satmak suretiyle tasfiye edip yerlerine Sırp veya Bulgarları yerleştirmekdi. Sivil gayrimüslimler ise Müslümanların taşınmazlarını ucuza veya bedavaya getirmek amacıyla idarelerinin bu tahriklerine kapılıyor ve zaman zaman komşularına yönelik şiddetin dozajını arttırıyorlardı. Yukarıda açıklanan olaylara rağmen göç etmeyen ve köyünde kalanlar da mülkiyet haklarını kaybedebilmişlerdir. Bu konuda Bulgaristan idaresine verilen bir dilekçe söz konusu sorunu oldukça aydınlatıcı bir özelliğe sahiptir. Osmanlı’nın Tuna havzasında feodallerin ellerindeki tarım topraklarının tasarruf hakkını mirileştirerek tımar sistemi içerisinde yerlilere ve bölgeye yerleştirdiği Türklere dağıttığı bilinmektedir. Ancak timar sisteminin yozlaşması ile beraber tasarruf hakları gospodarlar tarafından gaspedilmişti. Gospodarların işgali altıdaki araziler Tanzimat döneminde defteri hakani memurlarının oluşturdukları komisyonlar vasıtasıyla köylülere taksim edilmiş ve kendilerine tasarruf senedi verilmişti. Bu şekilde tasarruf hakkına tekrar kavuşan ahali yıllarca söz konusu toprakları işlemiş ve ürün elde ederek geçimini temin etmiştir. Buna rağmen Bulgaristan idaresi çiftlikat reisi unvanlı idarecileri vasıtasıyla köylülerin şahitliklerine istinaden Müslümanların tasarrufunda bulunan tarla ve bahçeleri Bulgar köylülerine dağıttı. Bütün bu gelişmelere rağmen henüz topraklarının mülkiyetini hukuki olarak ellerinde tutanlar ise zirai faaliyette bulunmak için tarlasına gidemez oldu.
Osmanlı döneminde tarımsal faaliyeti desteklemek adına menafi sandıkları oluşturulmuştu. Bu sandıkların sermayesi üreticilerden kesilen paralardan oluşmaktaydı. Yukarıda tasvir edilmeye çalışılan bir ortamda duramayacağını düşünen Müslüman aileler mal varlıklarını tasfiye edip göç etme kararı aldıklarında kendilerinden bu sandığa borçları olmadığına dair belge istenmekteydi. Komşusu Bulgar’a kefil olanlar da kefil oldukları parayı ödemeden mallarının tasfiyesi işlemi yapılmıyordu. Bu uygulamaya karşılık göç etmeye karar verenlerden borcu olmayanlara sandık sermayesindeki payları verilmiyordu. Buradaki asıl amaç sermayenin ülke dışına çıkmasına engel olmaktı.
Savaş zamanı Türklerin terk ettiği meskenler Rus askerleri tarafından işgal edildi. Arta kalanlar ise dağlardan, Makedonya’dan ve Doğu Trakya’dan gelen Bulgarlar tarafından gasp edildi. Öte yandan savaş esnasında Bulgarlar tarafından işgal edilen Türk gayrimenkulleri sahiplerine iade edilmemekteydi. Netice itibarıyla Türkler topraksız ve meskensiz bir tarzda açıkta kaldı. Henüz gayrimenkullerini kaybetmeyenler ise gelirleri ile 7-8 kat artan vergilerini dahi ödeyemez bir hale düştüler.
93 Harbi’ni müteakip kitle göçünün yaşandığı sahalardan birisi de Bosna- Hersek bölgesidir. Bosna- Hersek Osmanlı padişahının hükümranlık hukukunun korunması şartıyla geçici bir müddet için Avusturya – Macaristan tarafından işgali kararlaştırıldı. Avusturya işgal döneminde Müslümanlara ait arazilere Katolik Hırvat ve Leh göçmenlerini yerleştirmek ve Katolik cemiyetler vasıtasıyla Müslümanları Hıristiyanlaştırmak gibi Bosna- Hersek’in nüfus yapısını değiştirmeye yönelik uygulamalara girişti. Ancak bu siyasetle bölgenin din ve etnik yapısı istenen ölçüde değiştirilemeyince Müslümanlar taşınmazlarına el koyma, hak-hukuk tanımama, can ve namus güvenliğinin sağlanmaması gibi çeşitli baskılarla ocaklarını terk etmeye zorlandılar. Bu uygulama ve baskılar sonucu Bosna- Hersek Müslümanları kendi ifadeleriyle “gurbete alışık olmadıklarından Bosna’yı terk etmek güç geldiği halde milliyetlerini korumak amacıyla göç etmeye karar verdiler”.
Osmanlı söz konusu coğrafyada varlığını Müslüman nüfusa istinaden sürdürmek amacındaydı. Bu nedenle diplomatik yollar ve faaliyetlerle insan hakları ve azınlık hakları statülerine dayanarak sınırları dışında kalan Türk ve Müslünman toplulukları bulundukları memleketlerde kuvvetlendirmeye ve hatta çoğaltmaya çalıştı. Oysa söz konusu devletler üniter milli devletlerini kurmak ve işgal ettikleri topraklara tamamen hâkim olmak için Türk unsurundan kurtulmaya ve sınırları dahilindeki Türk- İslam kültürünün ve medeniyetlerinin izlerini silmeye çalışıyordu. Bu nedenle kendi sınırları dışında azınlık ve insan haklarını bahane ederek sık sık Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale edenler korumasız, işi ve gücüyle meşgul olan Müslümanların varlıklarını kabullenemedikleri ve bu toplumu savaş döneminde katliam ve barış döneminde siyasi, ekonomik ve sosyal baskılarla göç ettirme metodlarıyla yok etme siyasetini takip ettiler. Kuvvet ve nüfusunu kaybeden Osmanlı Devleti sınırları dışında yaşayan bu nüfusu söz konusu uygulamalara karşı koruyamadı. Bu nedenle göç taleplerini kabul etti.
Savaş esnasında Balkanlarda katliam, açlık ve hastalıktan 500 bin Türk öldü. Bu durumdan kurtulmayı başarabilen kılıç artığı 1.200.000 aşkın Türk can korkusuyla göç etmek mecburiyetinde kaldı. Avusturya’nın işgali döneminde Bosna- Hersek’i terk eden Müslümanların sayısı ise net 60 bin idi. Bunlar ocaklarına yakın olması dolayısıyla İşkodra, Priştine, Kosova, Taşlıca ve Drac’a gittiler.
Göçmenler geçici olarak söz konusu şehirlerdeki cami, tekke, zaviye, medrese ve mektep gibi kamuya ait binalara ve yalı, köşk, konak ve bağ evleri gibi hususi binalara veya inşa edilen barakalara yerleştirildi. Göçmenlerin uzun süre geçici statüde barındırılmaya çalışılmaları şehirlerde salgın hastalıkların ortaya çıkmasına ve asayişin bozulmasına sebebiyet veriyordu. Kamu sağlığını korumak ve hazineyi büyük masraflardan kurtarmak amacıyla Babıâli bu göçmenlerin büyük bir kısmını daimi olarak yerleştirmeye karar verdi.
Daimi olarak yerleştirilmek üzere Anadolu’ya sevk edilen göçmenler iki yol takip ettiler. Birinci grup İstanbul üzerinden Anadolu’ya geçerken diğer grup Varna, Ahyolu Bergosu, Tekirdağ, Dedeağaç ve Selanik gibi Rumeli sahilindeki liman ve iskelelerden Anadolu’ya hareket etti. Türk göçmenlerin terk ettiği çok uluslu ve kültürlü topraklarda kültürel ve etnik açıdan hetorejen bir yapıya sahip olan Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan devletleri kuruldu.

2-Balkan Savaşları ve Göç

Berlin sonrası Balkanlardaki Türk hâkimiyetindeki topraklar İşkodra, Kosova, Selanik, Manastır, Edirne ve Yanya olmak üzere altı vilayete ayrıldı. Bu topraklarda yaşayan nüfusun toplamı Osmanlı’nın 1906/1907 tarihli nüfus sayımı sonuçlarına göre 4.158.182’dir. Bunun % 49.37’si Müslüman nüfustur.
Balkan nüfusunun 1907 ile 1911 arasında dört yıllık bir süreçte bir hayli hareketli olduğu anlaşılmaktadır. Bu hareketlilik sonucu Müslüman nüfusun genel nüfus içerisindeki payı % 49.37’den % 51’e yükseldi. Keza Bulgar nüfus da % 1 oranında artış kaydetmiştir. Buna karşılık Rum nüfus yaklaşık % 4 oranında azalmıştır.
Balkan devletleri bu coğrafyada Osmanlı aleyhine büyüme stratejisi takip ettiler. 1879- 1912 arası Balkanlarda yeni bir proje üretilip sahneye kondu. Bu projenin adı Osmanlının vilayat-ı selase olarak tanımladığı Selanik, Kosova ve Manastır vilayetlerinin büyük bir kısmını kapsıyordu. Projenin ismi Makedonya idi. Bu isim harita uzmanları tarafından ilkçağların derinliklerinden keşfedilip ondokuzuncu yüzyılda çizilen haritalara yazılmaya başlandı. Babıâli belki de bu ismi tasdik edercesine bu coğrafyada Vilayat-ı Selase Umumi Müfettişliği ismiyle hususi bir idare kurdu. Makedonya olarak tanımlanan coğrafyanın nüfusu resmi sayım sonuçlarına göre toplam 2.911.721’dir. Buna göre Makedonya nüfusunun %51.8’i Müslüman’dır. Oysa aynı dönemdeki Batılı kaynaklarda bölgenin toplam nüfusu 2.258.024 olarak verilirken, genel nüfus içerisinde Müslümanların payı %36.64’e kadar geriletilmektedir.
Projenin gerçekleştirilmesi adına Balkan devletlerinden her biri kendi vatandaşlarından veya vilayet-i selasede mukim Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerden çeteler kurdu ve hedef sahada tedhiş yöntemine başvurdu. Amaç, genel asayişi bozmak suretiyle büyük devletlerin müdahalesini sağlamaktı. Çeteler belirli bir hazırlık evresi sonrası 1895’de kendilerini göstermeye başladılar. Neticede 1901 yılında Serez isyanı çıktı. Müslümanlar dağlara sığınırken, Bulgarlar ise sınırı aşarak Bulgaristan’a firar ettiler. Bulgar politikacıları için bu hal büyük bir fırsattı. Firariler Avrupalılara gösterildi. Bu manzara bir zalim ve mazlum edebiyatının alıp yürümesine yol açtı. Selanik’te tedhiş hadiseleri yaygınlaştırıldı. Daha sonra isyan Edirne, Manastır ve Üsküp’e sıçradı. Çoluk çocuk Bulgar köylüleri çete reislerinin emriyle dağlara çekildikten sonra 300/400 kişilik Bulgar çeteleri Türk çiftliklerini ateşe verdi. Söz konusu karışıklıklar, hatta küçük ve büyük ölçekteki isyanlar 1908’e kadar sürdü.
1895- 1908 yılları arası Makedonya Abdülhamid’e muhalif olanların birleştiği ve buluştuğu bir alandır. Jön Türkler Abdülhamid rejimini devirmeye kilitlenmiş iken ecnebi diplomatlar ve gayrimüslimler bu toprakları Osmanlı’dan ayırma planları yapmaktaydılar. Planlamada kullanılan yöntem aşağı yukarı 93 öncesi ile aynıydı. Örneğin, Rus diplomatlarının himayesindeki subaylar ve siyaset adamları bölgeyi adım adım dolaşarak halkı sözde Türk boyunduruğundan kurtulmaya davet ediyorlardı. Bu faaliyetler sonucu oluşturulan çetelerin elebaşları “Makedonya Makedonyalılarındır.” parolası ile yola çıkıyorlardı. Neticede Makedonya’da 1897-1912 yılları arası çete faaliyetleri görüldü. Çetelerin temel amacı kamu güvenliğini ve halkın psikolojisini bozmak suretiyle Batılı devletlerin müdahalesine ortam hazırlamaktı.
Rusya bu ortamda ıslahat talebiyle Babıâli’nin kapısını çalacaktır. Rus baskısından kurtulmak isteyen II. Abdülhamid 1902’de bölgeye umumi müfettiş tayin etmişti. Bunu yeterli görmeyen Rusya ve Avusturya Berlin Kongresi’ne iştirak eden devletlerin de onayını aldıktan sonra hazırladıkları Mürzsteg Programı isimli ayrıntılı projeyi Babıâli’ye verdiler. Avrupa büyük devletleri ve Balkanlı müttefikleri Eylül ve Ekim 1912 tarihlerinde Babıâli’ye verdikleri ayrı ayrı notalarda Balkanlardaki Osmanlı vilayetlerine ulusallık fikri çerçevesinde idari muhtariyet verilmesini, Belçikalı veya İsviçreli valilerin tayini, milis askerleri ihdası gibi hemen hemen her vilayeti ulus devlete dönüştürecek olan isteklerde bulundular.
Göç, savaş ve tedhiş Müslim ve gayrimüslim nüfus arasında en azından soğukluk oluşturdu. Müslim ile gayrimüslim arasındaki ilişkiler bozuldu. Her şeyden önce savaş esnasında askeri makamlar gayrimüslimlerin düşman ile işbirliği yapmasından endişelenmektedir. Bu endişeyi gidermek adına gayrimüslim askerler silahsızlandırıldı. Ancak çevredeki Bulgar ve Rum köylülere yönelik herhangi bir tedbir alınmamış veya alınamamıştır. Söz konusu köylüler oluşturdukları çeteler vasıtasıyla Türk askeri birliklerine saldırıp zayiat verdirebilmekteydi. Keza Balkan ordularının işgal ettiği yerleşmelerdeki toplumu oluşturan cemaatlerin işgale karşı tepkileri farklı boyuttaydı. Balkan Savaşlarında Türk ordusuna karşı savaşan ve sivil Türk halkına karşı saldırılarda bulunan gruplardan birisi de Sofya’da oluşturulan gönüllü Ermeni lejyonuydu.
Savaşlarda cephe ve cephe gerisi askeri birliklerin daha rahat hareket etmesini sağlamak amacıyla tahliye edilir. Balkan Savaşı öncesi Osmanlı Devleti böyle bir tedbire gerek duymadı. Türk hükümetinin tahliye metodunu kullanmaması birçok kişinin ölmesine ve birçok malın tahrip olmasına sebep oldu. Savaşla beraber ahali kırsal alandan şehirlere doğru firar etti. Ancak şehirlere yönelik Müslüman nüfusun akın etmesinin asıl gerekçesi Balkan devletlerine ait askeri birliklerin ve Sırp, Bulgar, Yunan ve Karadağlı komitaların Müslüman sivil halkı yok etme politikasını gerçekleştirmeye yönelik faaliyetleridir. Bu konuda Avrupa basınında birçok haber yayımlanmıştır. Örneğin Karadağlılar ele geçirdikleri Müslümanlardan hoşlarına gitmeyenleri yalnız katletmekle kalmıyor, burnunu veya diğer uzuvlarını kesmek gibi vahşi davranışlar sergileyebiliyorlardı. Başta Üsküp olmak üzere bazı yerleşmelerin Müslüman sakinleri bu gibi uygulamalara maruz kalmamak için çareyi direnmeden teslim olmakta bulacaktır. Manastır gibi direnen birçok köy ve kasaba da işgal edilmekten kurtulamadı. İşgalci kuvvetler ele geçirdikleri yerlerin ilk etapta nüfus yapısını değiştirmeyi hedeflemekteydiler. Bu politikaların neticesi 1913- 1915 aralığında sadece Karadağ’dan göç edenlerin toplam sayısı 120 bin olarak verilir.
Müslüman halkın kitlesel olarak sığınmaya çalıştığı şehirlerin başında Edirne gelmekteydi. Ancak bu şehir de 26 Mart 1913’de düştü. Kent Bulgarlarca üç gün talan edildi. İşgal edildiğinde şehrin nüfusu 80 bini yerli, 60 bini Türk askeri, 50 bini Müslüman mülteci ve 40 bini de Bulgar işgal kuvveti olmak üzere toplam 210 bine çıkmıştı.
İşgal sahasındaki ahalinin sığındığı kentlerden bir diğeri de Selanik’ti. Özellikle Yunan askerlerince işgal edilen yerleşmelerdeki Müslüman ahali soluğu şehirde alıyordu. Bu da şehirde sefaleti arttıran bir husustu. 9 Kasım 1912’de Selanik Yunan kuvvetlerine teslim edildi. Yunanlılar kontrolü ellerine aldıklarında şehirde 50 bin muhacir bulunmaktaydı. Şehirdeki muhacirlerden 25 bini 13 Ocak 1913 tarihine kadar İzmir’e nakledildi. Bir kısmı da Tekirdağ ve Mersin limanlarına gönderildi. Söz konusu sevkıyata dahil olmayanlar ocaklarına dönmeye çalıştılar. Amerikalıların oluşturduğu Carnegie Komisyonu’nun tespitlerine göre, İkinci Balkan Savaşı esnasında Selanik kentine 135 bin Müslüman göçmen gelir. Göçmenlerin bir kısmı ocaklarına dönmeye çalışırken diğerleri de çareyi Mısır ve Anadolu’ya geçmekte bulur.
Savaş sonrası yurtlarını ve ocaklarını terk etmeyen Müslüman aileler çeşitli yöntemlerle taciz edildi. Yeni bir savaş döneminde toplu katliama maruz kalacakları söylentisi yayılarak psikolojik baskı altına alındılar. Söz konusu baskı ve uygulamalar üzerine savaş sonrası göçler devam etti. Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan idareleri ocaklarını terk eden Müslümanların yerlerine Hıristiyan göçmenleri yerleştirdi. Babıâli ilgili devletlerin göçürme politikasını önlemeye çalıştı ise de başarılı olamadı.
Yunan idaresi nüfus ihtilalini gerçekleştirmek adına Makedonya ve Batı Trakya’daki Müslümanları Bulgarlarla işbirliği ile suçlayarak gayrimenkullerini gasp etmeye başladı. Müslümanların tekelindeki Tütün ticaretini Rumların kontrolüne geçirmeye çalıştı. Rum göçmenleri Türk köylerine yerleştirme politikası güttü. Müslüman halk mal, can, ırz ve namuslarına yönelik baskılar ile Hıristiyanlığı kabul etme veya göç etme seçeneklerinden birini kabule zorlandı.
Netice itibarıyla Birinci Balkan Savaşı 6 hafta, ikinci Balkan Savaşı 4 hafta sürdü. Savaş esnasında katledilen Türk nüfus Hikmet gazetesine göre 240 bin, Bilal Şimşir’e göre 200 bindir. Ayrıca on binlerce insan salgın hastalıklardan can verdi. Birinci Balkan Savaşı esnasında Bulgarlar Edirne- Çatalca hattına kadar gelince yöre halkı İstanbul ve Anadolu’ya çekildi. Bir kısmı da Gelibolu’ya gitti. Bu arada Marmara sahillerinden ve özellikle Tekirdağ’dan karayolu ile İstanbul’a çok sayıda göçmen gelmişti. Sadece Lüleburgaz- Çatalca, Tekirdağ, Ahtapolu ve Midye’den İstanbul’a gelen göçmen sayısı 100 bini bulmaktaydı. Ayrıca 20 bin göçmen de yola çıkmıştı. Göç kervanına en nihayet Küçük Çekmece ahalisi de katılır. Türklerle birlikte birçok Rum aile de Gelibolu ve Çanakkale’ye göç eder.
İşgal sahasındaki Müslüman Türk nüfusun iltica ettiği şehirlerin başında İstanbul gelmekteydi. İstanbul bu tarihlerde 1.500.000 nüfuslu bir kentti. Bunun yarısına yakını Rum, Levanten, Yahudi ve Avrupa kökenliydi. 50 bin kadar da Yunan tabiiyetine mensup bir kitle vardı. Bunlardan İstanbul’da ikamet edenler Türk ordusunun yenilgi haberi gelince ortalığa düşüp şaşalı gösterilerde bulundular. Öte yandan İstanbul’da ikamet eden Osmanlı vatandaşı gayrimüslim işadamlarından bazıları Osmanlının savaşta yenilmesini arzu etmekteydi.
Avrupalı gözlemcilere göre 1913 yılı itibarıyla Müslüman mültecilerin toplam sayısı yaklaşık 170 bini buluyordu. Osmanlı, 2.300.000’i aşkın nüfusu barındıran sahayı savaşta kaybetti. Savaş sonrası söz konusu nüfusun %38’i ocaklarında yaşamayı sürdürürken %62’si ya katledildi veya göç etmek zorunda kaldı. İşgal sahasının yanı sıra Balkan devletleri coğrafyasında ikamet eden ve o devletlerin vatandaşı olan Müslümanlar da göç kervanına katılır. Örneğin, seferberliğin ilanıyla birlikte Bulgaristan’daki Türklerin bir taraftan kamu yükümlülükleri artarken diğer taraftan da can ve mal güvenlikleri kalmadı. Bulgarlar zor kullanarak bir taraftan Pomakları Hıristiyanlaştırırken diğer taraftan Müslüman kızları Hıristiyanlarla evlendiriyorlardı. Bu uygulamalara tahammül edemeyenler çareyi Romanya veya Osmanlı’ya iltica etmekte buldu. Kitlesel göçlerin yaşandığı dönemde göçmenlerin sayısını kesin olarak ortaya koymak imkânsızdır. Her şeyden önce göçmenlerin tamamı sevk ve iskân defterlerine kaydedilmiyordu. Bu nedenle gerçek göçmen sayısı verilen rakamlardan çok daha yüksektir. Balkan göçleri üzerinde yapılan çalışmalara göre göç edenlerin sayısı 200 bin ile bir milyon arasında değişmektedir. Justin McCarthy TC. İçişleri Bakanlığı istatistiklerine istinaden 1912- 1920 arası Balkan mültecilerinin toplam sayısını 413.922 olarak verir.

Sonuç

Göçler neticesinde Anadolu’da Türk nüfus arttı. Nüfus artışına paralel tarım üretimi ve vergi gelirleri %60 oranında yükseldi. Çiftçi göçmenler beraberlerinde getirdikleri kültür bitkilerini de yetiştirerek çevreye tanıttılar. Kentlere yerleşenler ise esnaflık, zanaatkârlık, ticaret ve seyyar satıcılık gibi işlerle geçimlerini temin etmeye çalıştılar. Ancak sanayi sektörü gelişmediği için şehir ve kasabalara yığılanlar kapıcılık ve hizmetçilik dışında pek fazla iş bulamadılar.
Göçmenler ile Anadolu halkı arasında kültürel fark yoktu. Bu da göçmenlerin yeni çevrelerine uyumunu ve yerli halkla daha kolay bir şekilde kaynaşmasını temin etti. Bununla beraber Batı Anadolu’da yerli ahali ile göçmenler arasında arazi anlaşmazlıkları çıktı. Buna karşılık gayrimüslimler, özellikle Ermeniler patrikleri vasıtasıyla bulundukları bölgelere göçmen iskânına şiddetle karşı çıktılar.
Göçmenleri göç ettikleri ortam ve ekonomik açıdan iki gruba ayırmak gerekmektedir. Birincisi savaş ortamında yerini yurdunu terk ederek henüz Türk askerinin elindeki yerlere sığınanlardı. Osmanlı bürokratı bunları mülteci olarak tanımlıyordu. Bunlar savaş sonrası geri dönmeyi planlamaktaydılar. Geçici olarak bulundukları yerlerde tamamen tüketici bir toplum özelliği gösterirler. Geçici iskân döneminde barınma, yiyecek ve giyecek giderleri devlet ve halk tarafından karşılanmıştır. İkinci grubu ise barış döneminde firaren veya pasaportla gelenler oluşturmaktaydı. Bunlar memleketlerindeki taşınmazlarını ucuza tasfiye etmişlerdir. Dolayısıyla en az bir süre zaruri ihtiyaçlarını kendileri karşılayabileceklerdir. Ancak geçici iskân döneminin uzun sürmesi varlıklı göçmenleri de muhtaç duruma düşürebilmiştir.
Bir göçmenin ifade ettiği gibi yaşamayan göçün psikolojik boyutunu ortaya koymak durumunda değildir. Göçmen her şeyden önce doğduğu büyüdüğü yeri terk ederek bilinmezlik dünyasına gitmeye hazırlanır. Sivil halk işgal ve ölüm tehlikesi ile karşılaştığında çareyi yuvasını terk edip çevredeki dağlara çekilip saklanmakta bulur. Ama işgal uzayıp etnik arındırma politikası ile karşı karşıya kalınca çözüm göçte bulunur. Ama gidilecek yer belli değildir. Yeni yerleşim alanında her şey yabancıdır: İlk önce kimlik değişir: Varnalı, Köstenceli, Nişli Ahmetler, Ayşeler iken artık muhacir olarak tanımlanır.
Göçmenlerin yanı sıra ocaklarında kalmayı tercih edenler de şüphesiz psikolojik sarsıntı geçirmişlerdir. Her şeyden önce bunların resmi kimlik tanımlaması değişmiştir. Balkan coğrafyasında kalan Müslümanların bir kısmı artık Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya vatandaşıdır. Bunlar hâkim unsur iken Berlin Andlaşması’na göre azınlık kimliğine bürünmüşlerdir.
Ulus devlet anlayışı gereği devletlerin kuruluş günü, Ayastefanos Andlaşması’nın imzalandığı gün milli gün ilan edilmişti. Söz konusu günlerde tertip edilen dini törenlere Müslüman öğrenciler de götürülmekteydi. Milli gün, milli eğitim, milli ordu, resmi dil, bayrak ve milli marş gibi sembol ve uygulamalar Türk toplumu için benimsenmesi bir hayli zordu.
Ulus devletlerde eğitim toplumu yeniden üretmek ve toplumsal kimliğin sürekliliğini sağlamak adına istendik davranış değişikliğini amaç edinmiştir. Başka bir ifadeyle milli kimliği üretecek ve koruyacak bir tarzda organize edilir. Balkan devletlerinin eğitim sistemi de şüphesiz aynı amacı gerçekleştirmek için teşkilatlanmıştır. Aslında bu amaca uygun yapılanmaya yönelik modern okullar bağımsızlık öncesi 19. yüzyılın başlarında açılmaya başlanmıştı. Ulus devletlerin kurulmasını müteakip azınlık unsur da bu amaca dahil edildi. Bu çerçevede milli hükümetler Müslüman çocukların resmi dilde talimlerinde ısrarlıdır. Buna karşılık Türkiye idari açıdan terk ettiği bölgedeki Müslüman Türk unsuru korumak adına söz konusu topluluğun eğitim ve özellikle öğretmen sorununu çözümlemek ve öğretmen ihtiyacını karşılamaya çalıştı.
Türk hakimiyetinden çıkan şehir ve kasabaların mimari yapısı da değişmeye başladı. Göç eden Müslümanların gayrimenkullerine dağdan, köyden veya Osmanlı topraklarından gelen Hıristiyanlar yerleşti. Netice itibarıyla yerleşim birimlerindeki nüfus kompozisyonu değişti. Öte yandan savaş döneminde özellikle kentlerdeki mimari eserler tahrip olabilmişti. Söz konusu binalardan Hıristiyanlara ait olanlar restore edilmeye çalışılırken Müslümanlara ait olan cami ve mezarlıklar yıkılarak arsaları millet bahçesine dönüştürüldü. Zamanla katedral ve kilise gibi inşaatlar ile şehirlerin mimari görünüşü değişmeye başlar. Yeni kurulan milli devletler maddi imkânlarının el verdiği ölçüde mimari ve kent yapısı açısından Osmanlı izlerini silme yönünde gayretkeş davranırlar. En radikal değişim şehirlerin genel görünümü, mimari ve yer adlarında gerçekleştirilir. Bütün Balkan devletleri dillerinde ve yer adlarında Türkçe’nin etkilerini yok etmeye çalışmıştır. Bütün bu uygulama ve değişimler sonucu çevre Müslüman için yabancılaşır. Öte yandan bir anda gayrimüslim nüfus yönetici konuma gelmiştir. Türk toplumu söz konusu uygulamalara tahammül etmeye ve uyum sağlamaya çalıştı. Ancak Balkanlardaki ulus devletler sınırları içerisinde kalan Türk nüfusu kendi sistemleri ve rejimleri için potansiyel tehlike olarak görüyorlardı. Bu da o toplumu asimile veya göçürme yöntemiyle yok etmeyi gündeme getirmekteydi.

Balkan Savaşları öncesinde Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın eline geçen bölgenin nüfusu 4.695.200’ü Hıristiyan ve 2.315.293’ü Müslüman olmak üzere 7 milyonu aşıyordu. Müslüman nüfusun yaklaşık 1.500.000’i göç etti, geride 870 bin Müslüman kaldı. Bunun da yaklaşık 300 bini Balkan Savaşları esnasında yukarıda açıklanan yöntemlerin benzerleriyle göçürüldü. Mc Carthy’nin hesaplarına göre savaş alanlarında, cephe gerisinde, göç yollarında veya barış döneminde yerinde yurdunda mevcut kamu görevlilerinin veya komşularının saldırısı sonucu hayatını kaybeden Türklerin sayısı yukarıda belirttiğimiz sayının %27’sini bulmaktaydı.
Savaşlarda sivil halkın ölümü kaçınılmazdır. Ama savaşların kısa sürmesi halinde söz konusu sivil nüfus kaybı düşük kalır. Ama 93 Harbi ve Balkan Savaşları örneğinden de anlaşılacağı üzere 19. ve 20. yüzyıldaki savaşlarda sivil nüfus kaybı eskileriyle mukayese edilmeyecek oranda arttı. Zira Osmanlı hâkimiyetindeki toprakları söz konusu savaşlarla işgal eden devletler savaş döneminde ve savaş sonrasında Müslüman nüfusu yok etme siyaseti izlemekteydi. Netice itibarıyla özellikle 93 Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşında Rus ve Balkan devletlerinin askeri kuvvetleri Müslümanları yok etme savaşımı verdiler.
Osmanlı hâkimiyetindeki toprakları işgal eden devletler buralarda kalıcı hale gelmek için Müslüman Türk nüfusu katletme veya göçürme yoluyla yok etmeye çalışırken, bir taraftan da aynı sahada yer alan arkeolojik ve etnografik eserleri toplayarak kendi müzelerini zenginleştirmekteydiler.
İşgale uğrayan Kavala, Serez ve Manastır gibi merkezler başta olmak üzere tüm yerlerde Türklere şiddet ve baskı tatbik edildi. İşgal kuvvetleri şehre gelir gelmez Müslüman ileri gelenleri belediyeye davet ile silahların teslimini istiyorlardı. Toplanan silahlar Hıristiyan ahaliye dağıtılıyordu. İşgal kuvvetleri tarafından silahlandırılan bu ahali Müslüman ahalinin mal varlıklarını gasp ediyorlardı. Müslümanların mal varlıkları talan edilebildiği gibi, özellikle Pomaklar Hristiyan yapılmaya çalışıldı. Her işgalci kuvvet işgal ettiği sahayı elinde tutabilmek için deyim yerindeyse nüfus ihtilali gerçekleştirmek istedi. Bunun için bir taraftan Müslüman kanaat önderlerini katlederek, tutuklayarak veya göçürerek tasfiye ederken arta kalan topluma karşı Hıristiyanlaştırma veya göçürme politikasını yöntem olarak uyguladı. Bu yöntemleri Balkan müttefiklerinin hemen hepsi tatbik etti.
Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçler Balkan Savaşı ve sonrası da devam etmiştir. Balkan Savaşları göçlerinin odak noktası Balkan devletleri arasında pay edilen Makedonya topraklarıdır. Makedonya sorununun sözde temel amacı her etnik unsurun kültürel varlığını korumasını sağlamaktı. Bu bölgedeki etnik unsurlar coğrafi olarak ayrılamayacak kadar iç içe girmiş durumdaydılar. Burada mukaseme yönteminin uygulanması sorunu çözümsüzlüğe götürecekti. Bu sebeple Alfred Rüstem Bey, halkın hak ve hukukunun korunması yöntemi olarak Makedonya muhtar idaresinin kurulmasını önerir. Ona göre Makedonya’nın taksimi halinde etnik unsurlar kendi ırklarına mensup olmayan bir hükümetin taht-ı tabiyetine girmesine ve dolayısıyla sorunun dahada büyümesine sebebiyet verecekti. Ancak çözüm işgal edilen toprakların galip devletlerarasında pay edilmesi ve Türklerin göçürülmesinde bulunur.
Balkanlardan Anadolu’ya yönelik göçlerin sebeplerini ortaya koyarken savaş dönemi ile savaş sonrası dönemi birbirinden ayırarak değerlendirmek gerekmektedir. Savaş döneminde işgalci kuvvetlerin Müslüman nüfusu yok edici politika izlemeleri ve Türklerin ecnebi bayrağı altında yaşama alışkanlığı olmaması göç sebebi olarak karşımıza çıkar. Ancak bu sebeple Müslüman toplumun tamamı bulunduğu yeri terk etmemiştir. Savaş sonrası işgal sahasında hatırı sayılır sayıda bir nüfus yapılan uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde edindiği azınlık haklarına istinaden ocağında ve yurdunda yaşamını sürdürmeye çalışmıştır. Ancak Balkan devletlerinin kendilerini asimile etmeye çalışması veya göçürme siyaseti izlemesi sonucu Anadolu’ya yönelik sürekli bir göç söz konusu olmuştur.
Osmanlı idaresi savaş sonrası Balkanlarda kalan Müslüman Türk nüfusu kendi ocaklarında yapılan anlaşmalar çerçevesinde edindikleri azınlık hakları ve uluslar arası insan hakları çerçevesinde yaşamalarını arzu etmiştir. Dolayısıyla göçü önleyici, hatta yasaklayıcı politikalar üretmiştir. Ancak ne pahasına olursa olsun göçü önleme yoluna da gitmemiştir. İlgili devletlerin vatandaşı konumunda olan Müslüman Türk nüfusu yok edici politikalarını önlemeye çalışmıştır. Bu hususta Avrupa devletleri nezdinde diplomatik teşebbüslerde bulunurken, ilgili Balkan devletine karşı mukabeleibilmisl uygulamasına da girmiştir. Bütün bunlara rağmen ilgili devletlerin nüfus politikalarını önleyemeyince Yunanistan ve Bulgaristan’la nüfus mübadelesi sözleşmeleri imzalamıştır.
Balkan Savaşı sonrası gelen göçmenlerin Anadolu’ya geçmesi önlenerek özellikle Istranca bölgesine yerleştirilmesi önerilir. Askeri makamlara göre vilayet dahilindeki Türk nüfus artacak olursa seferberlik esnasında buradaki askeri birlikler kendi bölgelerinde ikmalini yapabilecekler ve düşmana karşı koyabileceklerdi. İzlenen iskân politikası sonucu Trakya’daki Türk nüfusun genel nüfusa oranı %58’e yükseldi. İskân döneminde göçmenlerden hali vakti yerinde olanlar barınma ve iaşe ihtiyaçlarını kendi imkânları ile karşılamışlardır. Devletin gösterdiği yerlerde kendi imkânları ile satın aldıkları arsalara meskenlerini inşa ederken, yine satın aldıkları yerlerde tarımsal faaliyette bulunarak üretici hale gelmişlerdir.
Göçmenlerden yardıma muhtaç olanların ilkesel olarak terk edilmiş konutlara yerleştirilmesi kararlaştırılmıştı. Ancak terk edilmiş iskâna elverişli mesken yok denecek kadar azdı. Özellikle Trakya’daki yerleşmeler savaş, deprem ve yangın sebebiyle bir hayli zarar görmüş neredeyse iskâna elverişli konut kalmamıştı. Bunlara da devlet ve yerli halkın maddi yardımları ile başını sokabilecek meskenler inşa edilmeye çalışılmıştır.
Barınma ihtiyacı bu şekilde karşılanan göçmenlerden ihtiyaç sahiplerinin üretici konuma gelinceye kadar başta yiyecek ve yakacak olmak üzere temel ihtiyaçlarının karşılanması için yardımda bulunulmuştur. Yerli Müslüman ahali göçmenlere çeşitli yardımlarda bulunmuştur. Kasaba ve şehirliler daha ziyade nakdi, köylülere ise ayni yardımda bulunulmuştur. Aslında bu uygulama zamanla yardım vasfını kaybederek olağanüstü bir vergi şeklini almıştır. Uygulamadan çocuk, aceze, dul kadın ve fakir erkekler muaf tutulmuşlardır.
Göçmenlerden hali vakti yerinde olanlar ihtiyaçlarını kendi imkânları ile karşılıyordu. Fakir göçmenler için yapılan toplumsal yardımlar ve hazineden aktarılan tahsisat özel bir fonda toplanmaktaydı. Fakir göçmenlerin vilayet, sancak veya kaza merkezinden kasaba ve köye kadarki nakil masrafları ile iskân sonrası üretici konuma gelinceye kadar yapılan sağlık giderleri, cenaze masrafları, giyecek, yakacak ve yiyecek harcamaları bu fondan karşılanmaktaydı.

BİBLİYOGRAFYA
ARAMA YAP