Aydın Yıldırır ile sözlü tarih görüşmesi

1948 doğumluyum. Ancak muhtar çocukların nüfus kağıtlarını toplu olarak çıkarttığı için doğum tarihlerimiz hep bir muamma olmuştur. Zeyniler köyünde dünyaya geldim. Annem Hacer Yıldırır Piremirli’dir, ancak annemin annesi ve babası Ahıska kökenli. Babam Hasan Yıldırır’ın ailesi de Ahıska’dan gelmişler ve Zeyniler köyüne yerleşmişler. Babam annemi Piremir’den Zeyniler köyüne kaçırmış ve yedi tane çocukları olmuş. Ailem Zeyniler köyünde iken ekim, dikim, hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Kış şartları çok ağır olurdu. Çocukluğumda hatırlıyorum çok fazla kar yağardı. Köyden Bursa’ya inmek için önde bir öküz, arkada da insanlar patika yoldan inerlerdi. Öküz yolu açardı, biz de arkasından gelirdik. Şimdiki greyderin görevini o zamanlar öküz yapardı. 1930’lu yıllarda Türkiye’de hızlı bir kalkınma dönemi başlamış. Bu dönemde Bursa’ya da hem su hem de elektrik ihtiyacını karşılamak amacıyla suyolları yapılmış. Zeyniler’de beton bir suyolu vardır. O suyolunu İtalyanlar yapmışlar. Düşünün o yıllarda bir suyolunu yapacak tekniğimiz bile yok. Dağdan kanalla getirilen su Teferrüç’e indirilmiş ve Teferrüç’e 20.000 ailenin elektrik ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla kurulan santralde de elektrik üretilmiş. Tabi barajlar yapılınca bu projeden vazgeçilmiş. Suyolu yakın zamana kadar işliyordu, bayağı gür bir su akardı. Demem o ki babamlar yani köylüler o dönemlerde bu suyollarında çalışmışlar ve Piremir, Teleferik’ten tutun da Değirmenlikızık’a kadar olan yerleri satın almışlar.

Abdullah Özdemir, Aydın ve Celal Yıldırır, İbrahim Bozkurt, Niyazi Erdoğan bir dağ gezisinde

Köye yol, bu suyollarının yapımı sırasında yapılmış. Yolu da yine belediye yapmıyor. İtalyanlar babamlardan birkaç kişiye dinamit veriyor. Hatta köyden biri Dinamitçi Hasan Amca diye anılır. Onlar yolu 1930’lu yıllarda dinamitle açıyorlar. 1955 yılına kadar iki tekerlekli öküz arabaları ile bu yol üzerinde yük taşındı. Damperli öküz arabası diyeyim. Kağnının daha gelişmişi. Gübreyi dolduruyorlar bu arabaya, bahçeye gittikleri zaman demire bir vuruyorlardı gübre kendiliğinden dökülüyordu. Damperli! 1950’den önce ormanların koruması çok sıkıymış. Jandarma sürekli dağda gezermiş ve kaçak odun yakaladığı zaman köylülere çok büyük işkence yaparmış. 1950’den sonra serbestlik olunca herkes ormanlara yönelmiş. İyi para getiriyormuş. Mesela Yenimahalle’de beş eşeği, beş atı olanlar hep milletin yakacak ihtiyacını karşılarlardı. Onların çok gidip gelmesi ile yol iyice bozuldu. Araba işleyemez hale geldi. Yolun bozulması da herhalde 1958 yıllarına denk geliyor. Ondan sonra araba işlememeye başladı. Sonra 1989 yılında tekrar arabaların işleyebileceği bir yol yapıldı.
Piremir’deki evimiz 1948 yıllarında yapılmaya başlanmış. 1954 senesinde de yeni evimize taşındık ve babam Erkek Lisesi’nde hademe olarak çalışmaya başladı. Yedi çocuğunu bir hademe maaşıyla okuttuğu için Erkek Lisesi’nde yılın babası seçilmişti. 1958 yılında da Özdemirler ve Bozkurtlar mahalleye indiler. Evimiz bayağı büyük bir evdi. Babamlar kendi memleketlerindeki evlere benzetmişlerdi. Üst katta biz oturuyorduk, alt katta da ahır vardı. Kışın alttaki hayvanların sıcağından istifade ediliyordu.
Mahallede eskiden buğday, mısır, tütün ekilirdi. Teleferik’in bulunduğu yerden Değirmenlikızık’a doğru çok büyük kestane ağaçları vardı. İki tane kestane ağacını bir kişi akşama kadar ancak döktürebilirdi, toplayanlar da 4-5 kişi olurdu ve anca toplarlardı. Ceviz çoktu. Her çeşit sebze/meyve ekilirdi. Herkesin evinde hayvan vardı, hayvan bakılırdı. Daha sonra esnaflık başladı. Bir kısmı kereste dükkanları açtılar. Tornacılık başladı. Dokuma tezgahı üretmeye başladılar. Faruk Ülker’in dedesi Haydar Ülker Bursa’nın en ünlü ustalarındandır. Onun babası da Şükrü Usta’ydı. Bursa’da insanlar Haydar Usta için sıraya girerlerdi. İki-üç ay sonrasına gün alırlardı. Bursa’daki taş fırınları o yapardı. Aynı zamanda çatı ustasıydı. Zamanla mahalleden terziler, marangozlar da çıkmaya başladı. Bunun yanında bazıları babam gibi devlet dairesine girdiler ama onların sayısı azdı.

Aydın Yıldırır, Abdullah Özdemir, Niyazi Erdoğan Kamil Aşır, Celal ve İzzet Yıldırır, Zeyniler, 1970

Mahallede genelde herkes akrabaydı. Sonradan gelenlerde bizlere ayak uydurdular ve onlarda akraba gibi oldular. Mahalle ilk Işık Caddesi civarında oluşmaya başladı. Caddenin bir tarafı anne tarafım, bir tarafı da baba tarafımdı. Sonradan yabancılar geldiler. Teleferik hattı ile cami arasındaki orta bölümde yerleşim vardı. Piremir Camisi de zaten yoktu. Caminin üst tarafında eski bir bina vardı ve ibadetler orada yapılırdı. Caminin sadece dört duvarı ve minaresi duruyordu. Virane bir haldeydi. Türbe hiç bozulmamıştı. Sadece üzeri kiremitti şu an beton yapıldı. Yanlış hatırlamıyorsam cami 1960 yılından sonra Eski Eserleri Sevenler Kurumu tarafından restore edildi.

Ferit Bozkurt’un çocuklarının sünnet cemiyetinde mahalleli, 1971

1955 yılında Namazgah İlkokulu’na başladım. Namazgah İlkokulu’nu üçe kadar okudum ve daha sonra Emir Buhari İlkokulu’na devam ettim. Oradan Çelebi Mehmet Ortaokulu ve Erkek Lisesi’ni bitirdim. Sonrasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdim ve öğretmen olarak 1972-1973 öğretim yılında ilk olarak Erzurum Şenkaya’da görev yapmaya başladım. Şenkaya’da görev yaparken 1974 yılında evlendim. Tesadüf eseri de düğünüm Kıbrıs çıkartmasının yapıldığı gün oldu. Düğünde hiç eğlence olmadı. İki tane şehit vardı. Aynı zamanda karartma da vardı. Düğün salonuna gittik, pasta yedik geldik. Hemen Şenkaya’ya gittik zaten. Buradan balyalarla eşyalarımızı götürdük. Eşimde hayatında ilk kez Bursa dışına çıkıyordu. Onun için epey zorluydu. 1976 yılında Karasu’ya geldik.

Hamdi Teoman’ın sünnet düğününde; İsmail Gülgöğüs, Aydın Yıldırır, Abdullah Özdemir ve Cemil, İzzet, Orhan, Celal ve Mustafa Yıldırır

Mahallede nüfus arttıkça bir okula daha ihtiyaç hasıl oldu ve Piremir İlkokulu 1960’lı yıllarda açıldı. Önce mahallede birkaç evde eğitime başladı. Piremir İlkokulu’nun yapıldığı yer (şu anda Işıklar Askeri Lisesi’nin sınırlarının içinde kalan) boş bir araziydi. Tabi mahalleye göç başlayınca da araziler para etmeye başladı. Okulun yapıldığı yer de Mustafa Özkaya’ya aitti. Dönemin valisi Mustafa Özkaya ile tanışmak istemiş. Mustafa Abi’ye “Sen burayı hayrına bağışla, okul yapalım, sana da devlet dairesinde iş veririz” demiş. Vali orayı Mustafa Abi’den o şekilde almış. Mustafa Abi’de bir devlet dairesinde memuriyete başlamış ama çok uzun süre sürdüremedi. Bu iş bana göre değilmiş diyerek bıraktı ve Koza Han’ın karşısındaki bir dükkanda uzun süre halıcılık yaptı.

Hamdi Teoman’ın sünnet düğünü, 1968’li yıllar

Piremir Mahallesi 1500’lü yıllarda oluşmuş. Mahallede medrese ve binalar yapılmış. Daha sonra mahalle boşalmış. Aşağı yukarı 1800’lü yıllara kadar boş kalmış. 1800’lü yıllarda Ahıska’dan mahalle göç almış. Mahalleye ilk yerleşen aileler; Gülgöğüs, Teoman, Ülker, Kaplanbaşoğulları aileleridir. Bu ailelerde birbirini tanıyan, Ahıska bölgesinin aynı yerinden göçüp gelen insanlardı. Daha sonra Bulgaristan’dan Ukuşer, Yazçayır, Ortancaoğulları aileleri geldi. 1944-45 yıllarından itibaren Zeyniler’e yerleşen aileler yavaş yavaş mahalleye inmeye başladı. Yıldırır, Özdemir, Bozkurt, Şanlı, Üstündağ ve Karabey Polat aileleri de Zeyniler’den mahalleye inen Ahıska göçmenleriydi. Uzun süre mahalle bu kadardı. 1960’lı yıllardan sonra mahalle dışarıdan hızla göç almaya başladı. Bu arada Zeyniler’den inenler köydeki yerlerini de terk etmediler. Yine yazları köyde yaşamaya ve tarıma devam ettiler. 1970’li yıllardan sonra herkes Bursa’da iş sahibi olunca köy eski cazibesini yitirdi ve uzun bir süre boş kaldı. Ulaşım sorunu çözülünce yine insanlar emekli oldukça köye geri döndü.

Piremir İlkokulu’nun bulunduğu yerden Piremir Camii ve mahallesi, 1940-1950’li yıllar

Mahalleye taşındığımız dönem ilk zamanlar elektriğimiz yoktu. Elektrik direklerini dikenlere çay, su, yemek götürürdük. Elektrik sonradan geldi. Bizim şansımız Teleferik istasyonunun yapılması mahallemize elektriğin daha çabuk gelmesini sağladı. İstasyona mecburen elektrik gelecekti ve o vesile ile mahallemize de elektrik gelmiş oldu. Teleferik istasyonunun yapıldığı yer mahallenin merasıydı. Orada büyük baş hayvanlar toplanırdı. Çobanlarda başlarında bulunurlardı ve oradan Bursa’nın çeşitli yerlerine hayvanlar dağılırdı. Aynı zamanda bölgede ekilen buğdayların hepsi orada toplanır ve dövülürdü. Yani harman yeriydi. Sonra buğdaylar için makineler gelmeye başladı.

Piremir Mahallesi’ne ilk yerleşen Ahıskalı Başkan, Gülgöğüs, Teoman, Ülker, Kaplanbaşoğlu ailelerinin fertleri bir sünnet düğününde

O kadar büyük kestane ağaçları vardı ki… Şuan Setbaşı Meydanında bulunan çınar ağacı gibi devasa kestane ağaçları vardı. Şimdi pazara çıkınca bakıyorum 15-20 liraya kestane satıyorlar. Esas Bursa kestanesi odur ama çok azdır. Bulmak çok zor, bulamıyorsunuz Bursa kestanesini. Şimdi Bursa kestanesi ancak Oylat’ta var. Kestane kavrulur, haşlanırdı. Bir de anneannem kestaneyi kavurduktan sonra ipe dizer ve o kestane öyle yumuşacık kalırdı. Nasıl yapardı bilmiyorum. Onun dışında kestane ile yapılan başka bir yemek vs. yoktu. Kestane şekeri sonradan çıktı.
Yunan Bursa’yı işgal edince iki tane çete oluşuyor. Gökbayrak çetesi ve Püskülsüz İsmail Efe. Püskülsüz İsmail Efe Tatar kökenliydi ve Yenimahalle’de oturuyordu. Abdülrezzak ise Püskülsüz İsmail’in komutanlarından biriydi. Kendisi Ahıska kökenliydi ve Piremir Mahallesi’nde oturmaktaydı. Bayramlarda yapılan törenlerde kendisi kortejde yer alırdı. Yunan gittikten sonra Belediye Binası’na bayrağı çeken kişidir.

Anneannemin anlattığına göre Yunan işgali döneminde Abdülrezzak’ın hanımını Yunan askerleri yakalıyorlar ve tercüman vasıtasıyla kocasının yerini soruyorlar. Kadın nereden bilsin. Ya Dombay Çukuru’ndadır, ya Kirazlıyayla’dadır, ya da Softaboğan’dadır.

Yine işgal döneminde Prens Abdullah diye anılan, Yunanlılarla yakın ilişki içerisinde bulunan birisi varmış. Abdülrezzak Prens Abdullah’ı yakalıyor, kellesini keserek Yunan subayına gönderiyor. Bunları büyüklerimiz hep anlatırdı. Eşkıya, kaçak falan ama o dönem bayağı yardımları olmuş. Şöyle bir şey Fidyekızık’ta bunları Yunan askerleri çevirmişler. Bunlar umutlarını iyice yitirmişler ve dikenlerin içine girmişler. Ellerinde silahları ne kadar Yunanlı öldürebilirsek kar demişler. Yanlarından Yunan askerleri geçiyor, arkalarında subayları affedersiniz, tuvaletini yapmak için kalıyor. Hemen oracıkta Yunan subayının boynunu kesiyorlar. Tabi bu olaydan sonra baskılar daha da artıyor. Ancak savaşın sonları olduğu için Yunanlılar Bursa’yı boşaltıp gidiyor. Eskiden televizyon vs. olmadığı için bütün gece büyüklerimiz bizlere bunları anlatırdı. Mesela Yunan askerleri ilk Zeyniler köyüne geldiği zaman bayanların yüzlerine kazanların isleri sürülmüş; çirkin görünsünler de Yunan askerinin dikkatini çekmesinler diye.
Babaannem anlatırdı; “Biz düşman askerinin geldiğini hemen anladık. Hepsi karşıya sıralanmışlar kafalarını çıkarıp çıkarıp bakıyorlardı.” Ondan sonra köye girmişler ve herkesi dövmüşler. Dedemi “kimde silah var” diye öyle dövmüşler ki bir hafta keçi derilerine sararak iyileştirmişler. Kazım Dayı’yı ayaklarından asmışlar; “silah kimde, söyleyin” diye. Mehdi Amca ile Murat Amca’yı alıp esir olarak Yunanistan’a götürmüşler ve uzun süre orada esir kalmışlar. Mehdi Amca’da zavallım 10 sene Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda, Romanya’da savaşmış. Köye yeni gelmişken alıp bir daha Yunanistan’a esir olarak götürmüşler. Yunan köyü yakacak diye bir söylenti çıkmış. Hepsi eşyalarını ormana kaçırmışlar. Bir konsol vardı. Hala durur o konsol. O koca konsolu Soğanlık denen mevkie götürmüşler, nasıl götürmüşler bilemiyorum. “Bu konsolu Yunan işgal ettiği vakit Soğanlık’a götürdük, o zaman yağmur altında kaldı, bozuldu” diye hep anlatırlardı. Köylü bütün eşyasını kaçırmış ancak neyse ki Yunan askerinin köyü yakmaya zamanı olmamış. Bizim köyü ve Cumalıkızık’ı yakmamışlar.

Piremir Mahallesi’nde bir de Fransız Mezarlığı vardır. O mezarlığa Alihan Övdüm ve eşi bakardı. Aynı zamanda onlar Fransız Kilisesi’nde de çalışıyorlardı. Kilise kapandığı zaman oradaki kitapların bir bölümü evlerine gelmişti. O kitapların değişik bir kokusu vardı. Çocukluğumdan hatırlıyorum.
Dayım Cemal Teoman maliyede çok hizmeti dokunmuş biridir ve uzun süre mahallenin muhtarlığını yaptı. Onunla birlikte kurban bayramlarında evleri gezer ve THK adına kurban derisi toplardık. Her evi gezer deri toplar, deri vermeyenlere de 2,5 liralık makbuz keserdik. O zamanlar hemen hemen herkes kurban keserdi ve derileri toplayan başka bir kurum da yoktu. Çok fazla deri toplanırdı. Herkes derisini THK vermek için can atardı. Eşeklerle gider, küfelere derileri toplar, küfeleri getirir yığına boşaltırdım; çok yorulurdum.

Değirmenlikızık’ta üç tane değirmen vardı. Piremir’de buğday, mısır ekilirdi. Piremir’den Değirmenlikızık’taki değirmenlere mısırımızı, buğdayımızı öğütmeye götürürdük. O zamanlar altı yaşlarında çocuktuk. 3-4 saat bekler, unumuzu alır gelirdik. O zamanlar para da yoktu. Değirmenci öğüttüğü unun içinden kendi hakkını alır, gerisini de bize verirdi.

Duruma göre her evin bir veya iki odası koza için ayrılırdı. 2-3 ay içerisinde güzel bir kazanç elde ediliyordu. Evin kışlık yiyeceği alınıyordu. Kozalar küfelerle Koza Han’a götürülürdü. Kozalar ayıklanır, ıskarta olanlar çocuklara verilirdi. Tüccar gelir kozalara fiyat verir, anlaşırdı. Sonra bizim elimizdeki ıskartalara da sağlamlarla aynı parayı verirdi. Bizim hoşumuza giderdi. Kozamız az olurdu ama sevince boğulurduk. Koza satışından sonra Okçular’a gidilir alışveriş yapılırdı.

Eskiden tabi yokluk vardı. Ancak dayım Cemal Teoman 60’lı yıllarda Bursa’nın en tanınmış tornacılarındandı. Dokuma tezgahı imal eder ve Denizli çevresine satardı. Kendisi çok yoklukla büyümüş ve bize çok düşkündü. Bizi Kapalıçarşı’daki Karakaş Kundura’ya götürür, oradan bize kundura alırdı. Ama aldığı ayakkabıyı da iki sene giyerdik. Cemal Teoman aynı zamanda Piremir Mahallesi’nin ilk muhtarlarından birisidir. Piremir’in mahalle olmasında ki katkıları çoktur. Adalet Partisi döneminde Yıldırım’dan meclis üyesiydi. Muhtarlık da bizim ailenin dışına pek çıkmadı. İlk muhtar Hamit Ülker’di. Ondan sonra sırasıyla Mustafa Büyükcoşkun, Cemal Teoman, Selahattin Kaplanbaşoğlu, Ömer Özdemir, Cevat Görgülü, Ali Hikmet Ülker, Faruk Ülker ve şimdiki muhtar Hüsmen Onur.

En büyük derdimiz doktor sıkıntısıydı. O zamanlar herkeste solucan vardı. Bir anımı anlatayım. Teleferik inşaatı yeni başlamıştı. İnşaat açılışına başbakan Adnan Menderes gelmişti. Arabayla bizim evin oradan geçerken abimi görüyor. Durduruyor arabayı abimi çağırıyor. “Nerede oturuyorsun?”, diye soruyor. Abimde evimizi gösteriyor. “Annen nerede?” “Annem evde.” “Çağır bakalım anneni” diyor. Abim annemi çağırıyor. Anneme “Kızım bu çocuğun yüzü niye solgun?” diye soruyor. “Annem de solucan var, engelleyemiyoruz”, diyor. Arkadan aşağı yukarı 8 tane doktor geldi. Bizim evin üst katı muayenehane oldu. Herkeste solucan, kıl kurdu. İlaçlar geldi, herkese dağıtıldı, solucan derdi bitti.
1960’lı yıllardan sonra kadınlar manto giymeye başladı. Ondan evvel kadınlar hep çarşaf giyerdi.

Çelebi Mehmet okulunda okurken kışın okulun oradan patenle bir başlarlardı kaymaya, Setbaşı’na kadar inerlerdi. Genelde Yugoslavya’dan gelenler paten ve kayakla kayarlardı. Yine aynı şekilde Teleferik’in olduğu yerden Setbaşı’na kadar kayak ve kızakla kayılırdı. O zaman da bir tane dolmuş vardı. Kayakla aşağı kadar inilir, yukarı çıkarken de Mahfel’in önünden dolmuşla çıkılırdı. Bir gün kardeşim kayaklarıyla inmiş yukarı çıkarken kayaklarından biri dolmuşun üstünden düşmüş. Ne üzüldü, ne üzüldü. Kayak nasıl alırsın, çok pahalı. Setbaşı’ndaki bütün elektrik direklerine yazı yazdı; “Kayaklarım kayboldu, bulanlara” diye. O zamanlar Askeri Lise tatil olur. Bütün öğrenciler Teleferik’e gelir ve kayak dersi alırlardı. Bu anlattığım 1960’lı yıllardan önceydi.
Evvelden mahalleden dondurmacı geçerdi. Dondurma almak için ya para ya da yumurta verilirdi. Robert Sonderman (teleferiğin mühendisi) dondurmacının başında çocukları görünce hemen arabasını durdurur, dondurmacıdan bütün çocuklara dondurma alır, öyle giderdi. Ben Namazgah Okulu’nda okuyordum. Sonderman’ın arabasına çok bindim, çok yumurta kırdım. O zamanlar öğretmene yumurta götürülürdü. Siyah önlüğün cebine yumurtaları koyardım. Sonderman asla arabama bir şey mi olacak diye düşünmez Heykel’e inerken yolda gördüğü herkesi arabasına alırdı. Arabanın içi tıklım tıklım olurdu. Tabi o sıkışıklıkta iki tane yumurta götürüyorsam bir tanesi cebimde kırılırdı. Bunun için öğretmenimden çok azar işitmişimdir. Robert Sonderman teleferiğin mühendisiydi ve çok özel bir insandı. Şu anda da Emir Sultan Mezarlığı’nda yatıyor.

Her mahallenin çeşmesi vardı. Su mahalle çeşmelerinden sağlanıyordu. 1971-1972 yıllarında evlere su geldi. Mesela Kaplıkaya suyu vardı. Borularla her evin önündeki bir açıklıktan akardı. İnsanlar su ihtiyacını oradan karşılardı. Ama her yerden geçmezdi bu su.

Mahallede ilk otomobil Fahrettin Pekesi’ye geldi. Kendisi tornacıydı, dokuma tezgahları imal ederdi. Onun Austin marka bir otomobili vardı. Sabah kalktığı zaman asla arabayı yerinde bulamazdı. Uzun Orhan, Dingil Kemal vs. arabayı alırlardı. Bazen arabayı dere yatağında bulduğu bile olurdu. Ama hiç kızmazdı. Bu çocukların başka işi yok mu derdi. Öküz arabası gelir arabayı dere yatağından çekerdi. Sonradan Opel marka bir otomobil aldı.
Otobüs ilk olarak Askeri Lise’nin alt kapısına kadar gelmeye başladı. Ondan sonra Kartalspor’un oraya geldi. Ondan sonra bizim evimizin olduğu Işık Caddesi’ne geldi. Otobüs bugün buraya kadar gelecekmiş dedikleri zaman herkes atlet, havlu, çorap vs. hazır eder, şoföre verir; direklere bayraklar falan asılırdı. Hele bizim Işık Caddesi’nin köşeye geldiği zaman ne kadar sevinmiştik. Burunsuz, açık sarı bir otobüstü. Yan tarafında mavi kuşakları vardı. Arka kapıda bir biletçi olurdu. Biletçilerden bazıları Yugoslavya’dan gelen göçmenlerdi. Onlar çok kuralcı olurdu. İki kişilik koltuğa üç kişi oturunca hemen kaldırırlardı. Hâlbuki ne olacak biz çocuktuk daha o yıllarda. Gelir herkesi ikaz ederdi.
Piremir’e ilk televizyonu Haydar Er Almanya’dan getirmişti. Kendisi orada biraz çalışmıştı, kesin dönüş yaparken televizyon getirmişti. Hiç unutmuyorum Apollo uzay mekiğinin aya inişini onlarda seyretmiştik. Sonra Cemal Dayım televizyon aldı. Evleri sinema salonuna dönmüştü. Her akşam oradaydık. Herkes Kaçak Kimble’ı seyretmeye giderdi. Tahminen televizyonun gelmesi 1968-1969 yılıydı.

İlk radyoyu dayım Cemal Teoman’da gördüm. Dayımlar Piremir’de otururdu, biz de köyden gelirdik. O zamanlar lambalı radyolar vardı. Batı müziği çalıyordu ve demirler birbirine vuruyormuş gibi ses çıkıyordu, ben de saatlerce bu ses nereden çıkıyor diye radyoya baktığımı hatırlıyorum.

Bizim mahallenin az ilerisi Bursa’nın piknik alanıydı. Hiç unutmuyorum orada Yemişçi Lütfullah dayıların kestane ağaçları vardı. Orası çok güzel bir piknik alanıydı. Oraya kocaman bir radyo getirmişlerdi. O zaman bereç piller vardı. Bereç pillerle çalışan bir radyoydu ve evde kullandığımız radyolar gibi kocaman bir radyoydu ve herkes başına toplanıp müzik dinliyordu. O zamanların pilleri bereç pillerdi.

Sibel Gök tarafından 17 Aralık 2015 tarihinde görüşülmüştür.

 

ARAMA YAP